Nisan 29, 2006

İktisadi Bey 'den İnciler 1

• Dışarıdan kaynaklanan herhangi bir olayda piyasaların çalkalanması, petrol fiyatlarının yükselmesi dünya ekonomisi ve finansal piyasalar için pek de iyi sonuçlar doğurmuyor. Anlayacağınız terör ağlarını ekonomide de örüyor.


• Dünya’ da bir çok ülke uluslararası piyasalardan kendi parası ile borçlanamıyor, bu durum da finansal krizlere kaynaklık ediyor.’Alan el veren elden üstün’ mü oluyor ne..?


• Çin’i tehdit olarak görenler şimdi fırsat kolluyor. Son 15 yılda 600 milyar dolara yakın dış yatırım alan Çin’de, bir işçi ayda ortalama 100 dolar kazanırken, genel müdürler 1000 dolar civarında kazanıyor.


• Piyasalarda 150 bini aşkın YTL ile uyumlu olmayan yazarkasa mevcutmuş. YTL uyumlu yazarkasası bulunmayanlara 430 YTL ceza kesilecekmiş. İnsanlar inatla değiştirmeye direniyor. Halbuki; yazarkasa satın almak cezadan ucuz! Uyarmadı demeyin.


• Özelleştirilen Türk Telekom ve Tüpraş’tan sonra şirket ihaleleri adetâ show business alanına döndü. Parası olan, parayı bastırıp devletin düdüğünü bi güzel çalıyor. Hadi hayırlısı!

İktisadi Bey 'den İnciler 2

· NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜ DE TÜRKİYE’NİN NÜFUSUNDAN 6 SIFIR ATSA DA; ŞÖYLE CENNET VATANIMIN HER KÖŞESİNDE YAYILA YAYILA YAŞASAK 70 KİŞİ...


· 20.000.000 TL’NIN DÜNYANIN EN BÜYÜK KUPÜRLÜ BANKNOTU OLDUĞUNU 1 TL’NIN DA SADECE 0,0000007 AMERİKAN DOLARI OLDUĞUNU BİLİYOR MUYDUNUZ..?


· AVRUPA BİR GÜN ‘TÜRK BİRLİĞİ(TB)’ GİBİ BİR OLUŞUMA GİRMEK İÇİN CAN ATIP TÜRKLERDEN MÜZAKERE TARİHİ ALMAK İÇİN SIRADA BEKLESE...


· 10’UN ALTINA DÜŞEN ENFLASYON; 0’IN DA ALTINA DÜŞSE... ENFLASYON CANAVARI DA SIKINTIDAN GEBERSE YAA..!


· BUSH’UN TEKRAR ABD BAŞKANI SEÇİLMESİ BİR BAKIMA İYİ OLDU.EN AZINDAN GÖSTERİLER İÇİN HAZIRLANAN O KADAR PANKART BOŞA GİTMEYECEK...


· 5O VE 100 YTL’NİN ÜZERİNDEKİ ATATÜRK’ÜN RESİMLERİNE BAKILIRSA ATAMIZ PEK DE MEMNUN DEĞİL GİBİ EKONOMİNİN GİDİŞATINDAN...


· YENİ MADENİ PARALARIN DEĞERİ ARTTIKÇA ÇAPI DA BÜYÜYORMUŞ; ANLAŞILAN YÜKTE AĞIR PAHADA DA AĞIR...


· DARPHANE PARKININ AÇILMASINDAN VE ATILAN SIFIRLARIN PİYASADAKİ BOŞ-BELEŞLİĞİNDEN ŞİDDETLE KILLANIYORUM…

İktisadi Bey 'den İnciler 3

(!) KREDİ KARTI KULLANMADA AVRUPA ÜÇÜNCÜSÜYMÜŞÜZ.
AVRUPA BİRLİĞİ İÇİN YAPAMAYACAĞIMIZ DERECE YOK ARKADAŞ..!

(!) ÖZELLİKLE SON 20 YILDIR AVRUPA BİRLİĞİ İLE ARAMIZDA DAİMİ BİR KARŞILIKSIZ GÜVENSİZLİK VAR. AB ‘BU TÜRKLER SÖZLERİNDE DURMAZ’ DİYE DÜŞÜNÜRKEN; BİZ İSE‘BU AVRUPALILAR BİZİ ALMAZ’ DİYORUZ. DİLERİM Kİ;
İKİ TARAF DA HAKSIZ ÇIKAR...

(!) DÜNYADA SORUNLAR KÜRESELLEŞTİ YA, ÇÖZÜMLERİN DE KÜRESELLEŞMESİ GEREKİYORMUŞ... BUGÜNLERDE PETROL SORUNUMUZ VAR... HADİ BAKALIM HEP BİRLİKTE İRAN’A SALDIRIYORUZ... ÖNCE SEN ‘AMERİKA’ MIZIKÇILIK YOK!

(!) ÇİNDEN VERGİ KAÇIRILARAK YAPILAN İTHALAT SAYESİNDE REVAÇTA OLAN ‘NE ALIRSAN 1 MİLYON MAĞAZALARI’ SIRAYLA İFLAS ETMEYE BAŞLADI... DİRENENLERDEN BİR TANESİNİN SON KAMPANYASI:‘NE ALIRSAN 1-3-5-10 MİLYON!’ HADİ HAYIRLISI...

(!) JVC VİDEO-KAMERALARI TELEVİZYON REKLAMLARINDAKİ ‘JAPON VEYA CAPON’ ŞEKLİNDEKİ AÇILIMIYLA YETERİNCE ELE AYAĞA DÜŞMÜYOR MU..?

(!) EKONOMİNİN BÜYÜDÜĞÜNÜ HİSSEDEN VAR MI ARANIZDA..? İŞSİZLİĞİN AZALDIĞINI SÖYLEYEBİLECEK BİR VATANDAŞ..? YA DA REFAH SEVİYESİNE ÇOĞUMUZUN ULAŞTIĞINI İSPAT EDECEK BİRİSİ..? TESPİTLERİME GÖRE İŞİN KAYMAĞINI YİNE KRİZDEN YARA ALMAYANLAR YİYOR. TOK KARNI DOYURMAK ZOR OLSA GEREK!

(!) MERDİVENDE ASILI KALAN BİR ADAMI KURTARMAK YERİNE ARABASINI KURTARMAYA KOŞAN BİR KADININ YER ALDIĞI OTOMOBİL REKLAMI, ‘İNSAN HAYATI HİÇE SAYILARAK MADDİ DEĞERLER ÖN PLANA ÇIKARILDIĞI’ İÇİN 4 TELEVİZYON KANALINA CEZA GETİRMİŞ. ANLAŞILAN; RTÜK AİLE CİNAYETLERİNE NEDEN OLAN KADIN PROGRAMLARINI GÖRMEZDEN GELİYOR...

benimkisi...

yine seninleyim karanlık ve ıssız odamda. loş ışığımın altında sadece sigara dumanım ziyaretime gelip hatrımı soruyor. sigaramdan arta kalan külleri saymazsak; tanıklık eden de yok yazdıklarıma. senin vesikalık gözlerinden başka...

şu an tam karşımdasın. gözlerinin içi gülüyor. nasıl beceriyorsun merak ediyorum. her zamanki halinle, kafandaki cahile inat; hayata umutla bakar gibi, insanları ayrım yapmaksızın doyasıya sever gibi, öylesine saf, öylesine zengin ki... canlı ne varsa bağrına basar gibi... böyle bakma ne olur! kıskanıyorum seni ellerden, sana bakan gözlerden, senden bahseden dillerden, seni tanıyan herkesten... neyse ki kimse bakamıyor sana benim baktığım gibi, kimse yazamıyor seni benim anlattığım gibi... yok başka hayalinle yaşayan benden gayrı. düşlerinde seni izinsiz yaşatan da yok, yaşayan da… her gün, her saat, dakika, saniye... kalbi benimkinden daha çok çarpanını görmedim henüz. eller benim gibi büyülenemiyor güzelliğinden. kimse de farkında değil zaten eşsizliğinin. ne mutlu bana diye geçiriyorum içimden. seni bu kadar sınırsız sevebildiğim için gurur duyuyorum kendimle... ve tabiki seninle... işte diyorum dostlarıma seni göstererek; ben bu kanatsız meleği seviyorum! bakmayın siz resmine, resminden daha masumdur aslında diye ekliyorum. anlatıyorum seni bir güzel, bitiremiyorum ki... her defasında yarım kalıyorsun dilimin ucunda. kıskanıyorlar beni, karşılıksız sevgimi, seni... bu aşka dair her şeyimi kıskanıyorlar. aramayın boşuna diyorum, ummadığınız anda gelip nefesinizi keser ve sizi esir alıyor diyorum... ha, öyle mi o zaman kalsın biz almayalım deyip omuz silkiyorlar. sevinme sırası bana geçiyor tekrar. korkuyorlar bu aşktan. bir anlık korkumu teslim edip ayrılıyorum yanlarından…

kolay olmadığını biliyorum. acılarla büyümeye devam ediyorum. hayatımı ellerimde büyütmenin bedelini ödüyorum. seni sensiz yaşayarak, geçen zamanları anlatarak besliyorum kendimi. paylaştıkça artıyor saadetim, paylaştıkça hafifliyor acılarım. beni mutlu etmeyi gene başarıyorsun, yanımda olmasan da... aşk acısı mı koyarsınız adını bilmem ama; öyle derin bir acı ki benimkisi; yoktur merhemi. doktorlar reçete yazamıyor, oğluna sevdalı anam çare bulamıyor. bir sendeymiş bunun ilacı. öyle uzağa gitmeme, dağlardan şifalı bitki toplamama filan gerek yokmuş…

ne garip yaradır benimkisi... acısı da senden, merhemi de senden sevgili! tuhaf olan gerçekler listesinde, inanılmaz ama tartışılmaz karelerde yerini almasını biliyor. inanmak var olmanın gayesiyse, ben seninle varım bu dünyada sevgili! sonuna kadar inanıyorum sana. inancımı yitirmemek için ne olursa yapmaya hazırım. söz veriyorum sana sevgili! erkek sözünden öte; Mecnun’un, Ferhat’ın, Kerem’in sözleri misali...

öyle ağır geliyor ki bu duygu; buhar değil ki uçsun, buz mu ki erisin? öylesine bir hâl işte; beni hâlden hâle sokan. su misali, sevgili! tadını sorarlar anlatamazsın, rengi ne derler bilemezsin, ıslaktır; kayar gider bir yerlere durduramazsın, önüne kattığını götürür uzaklara engel olamazsın... çok uzaklarda bulduğunda kendini, hiçbir şeyi eskisi gibi tanıyamazsın… kimi zaman şeffaf, yeri geldiğinde acımasız...bazen alıngan olduğu olur; bir bakarsın öfke kusar. çakır gibidir ama... çelişkiler yakanı bırakmaz, zıtlıkları bir arada yaşarsın. kapana kısılırsın. aldırmazsın, yapamazsın; aldırırsın, bu kez de haksız çıkarsın. işte böylesine ağır bir duygu benimkisi…

inancım diyorum, sevgili! tek inancım; şu dünyada sana karşı olan, elden ayrı sevdam. yüreğime ne zaman bahşedildiğini bilemediğim, nasıl doğduğunu çözemediğim; ne zaman biteceğini ise asla bilemeyeceğim katıksız, yersiz yurtsuz bir titreme benimkisi... öyle içten sallıyor ki ruhumu, kasırgadan beter meret! kararsız olduğu kadar mantıksız. ayırt etmek bilmiyor hiçbir şeyi. sürüklüyor alabildiğine. sonunu düşünemediğim kara bir delikte, kör bir kuyudayım sanki. içime geldiği gibi... kuralları belli önceden. bir boyun eğme hikayesi benimkisi... sonradan oluşan doğal bir göl düşünün ya da tatsız tuzsuz fakat; tadına doyamayacağınız bir anne yemeği... kumarsız bir kumarhane de düşünebilirsiniz. içinde yalan olmayan; hilesiz, oyunsuz bir sevda türküsü belki de benimkisi… öyle kendince tüttürmüş ilerliyor yol boyunca... sağına soluna aldırmadan hayatı senin için seviyor, hep sana çığırıyor türküsünü...

şunu da bil ki sevgili; türküsüne kulak vereceğin günü bekliyor...

Nisan 21, 2006

Gelin Şu Reklamları Sevdirelim!

http://www.kirmizidergi.com/ sitesinde 2. dergide
Haluk Mesci’nin yazısından esinlenerek girdim bu konuya…

Özellikle şu kısmı dikkatimi çekti ve yazma ihtiyacı hissettim.

- Hem reklam kimin için yapılıyor?

- Güya tüketiciler için değil mi? O zaman niçin tüketici bu kadar rahatsız ediliyor? Tüketiciler reklama saygı duyuyor mu? Kendisine saygı göstermeyen, reklama tüketiciler saygı gösterir mi? Bunu ortaya çıkaracak bir araştırma kim bilir ne kadar korkutucu olurdu! Böylesi bir araştırma acaba bundan ötürü mü yapılmıyor?


……………………..

Yazıyı okuduktan sonra kafamda sorular sıralandı.

- Gerçekten ürün ya da hizmet reklamları tüketicilerini rahatsız ediyor mu?
- Reklamların kendisine saygısı var mı; yoksa neden yok?
- Tüketicilerin reklamlara saygı duyması gerekiyor mu?
- Bunu ortaya çıkaracak bir araştırmanın yapılması kimleri korkuturdu?
- Herhangi bir araştırma yapılmamasının nedeni ‘gerçeklerin açığa çıkma korkusu’ mu?

Bu tarz sorularla kendimce çözüm üretmeye çalıştım. Hepsinin cevabını kendi içimde verdim. Soruları sormak, hatta cevaplamak kolay geliyordu. Çözüm üretmeye gelince kimse kollarını sıvayıp işe girişmek istemiyordu. Madem bu bir tutku, ekmek kapısı ya da olmazsa olmazınız önce bunu sevdirmenin yollarını arasak, bulsak ve uygulasak hoş olmaz mıydı..?

İçinde reklam olan her şey tüketiciye antipatik gelmeye başladı ki; en son yapılan araştırmalar Türk insanının televizyonda reklam kuşağını izlemediğini ortaya çıkardı.

- Milyon dolarlar dökülen medyada en doğru yerde ve en doğru zamanda yer almaya çalışan reklam verenlerin paraları boşa mı akıyordu?
- Tüketiciler reklam kuşağından neden kaçıyordu?
- Reklamlar Türk insanının belki de en fazla önem verdiği samimiyeti arka plana mı atıyordu?

Kısaca ‘Reklamlar yalan mı söylüyordu?’ Bu konuda;

- Reklamcılar Derneği tıpkı ‘Türkçe kullanın!’ kampanyasındaki gibi reklamları sevdirmek amaçlı, bizzat reklam filmi çekerek ve konferanslar vererek daha etkin ve daha sağlam bir kampanya hazırlayamaz mı?
- Tüketicinin kafasındaki reklam algısını değiştiremez mi?
- Reklam sevenler gibi reklama koşan-yürüyerek bile olsa insanlar yaratılamaz mı?
- Ajanslar reklamlarını zorla izlettirmeden evvel; zorla da olsa sevdiremezler mi?


Reklamların 21. yüzyılda hayatın bir gerekliliği olmadığını(vahşi kapitalizm) ancak reklamsız bir hayatın da düşünülemediğini(gerçekçi kapitalizm) düşünüyorum.

Gözünüzü kapatıp çevrenizde hiç reklam olmayan bir dünya hayal edin ve sonucu kendiniz görün. Tabir-i caizse zorlama yok, dürtü yok, marka yok, renklilik yok, heyecan yok; sadece hayatlar var. İnsanların kendince yaşadıkları deneyimleri ve bunları sonradan özgürce uygulamaları. Pazarlama yok ama satış(!) var. Zevksiz bir hal aldı benim hayalim. Gözlerimi açıyorum hemen...

Yazdıklarım kişiden kişiye değişebilir elbet; yine de çevremde reklamcısıyla, reklam vereniyle ve tabii ki tüketicisiyle ‘azıcık reklamım kaygısız başım’ mantığında çok insanın dolaştığını biliyorum. O halde azıcıktan biraz fazla(!) da olsa bu reklamları sevdirmenin bir yolu olmalı!

Gelin şu reklamları sevdirelim!

Nisan 20, 2006

kendimiz

merak ettiğim bir şey var şu ucube hayatta; ne kadar sadık kalıyoruz kendimize? özümüzün ne kadarını yansıtabiliyoruz çevremizdeki insanlara? bu denli uğraş, benliğimizle yaşadığımız çatışmalar, ilişkilerimizdeki onca çelişki neden bir türlü peşimizi bırakmak bilmiyor? yoksa bizler mi gidiyoruz onun peşinden pervasızca? bütün bu soruların cevabını merak etmemek; sonuçlardan da kaygılanmamak elimde değil!

göründüğümüz gibi olmak varken, olduğumuz gibi görünmekten de kaçıyoruz. bir başka biz var bizden ötede. yaşadığımız ya da yaşattığımız diğer yanımız. uslu olan tarafımız. kimsenin bilmediği; zaten bilmesini de istemediğimiz bir başkası daha yaşıyor içimizde bir yerlerde. hayati sırlarımızı hep o yanımızda biriktirip duruyoruz. aylar yıllar geçiyor ömrümüzden. yaşlar yineleniyor durmadan. sayfalar tükeniyor birer birer. molasız ve apansız... gün geliyor içimizde barınamayan gizli saklı gerçeklerimizi bir anda söylemeye kalkıyoruz hayattan kaçarcasına. yeter ki o ortamda güven duyabileceğimiz ve sığınabileceğimiz bir yürek ya da teselli bulabilelim. yalnızlığımıza ortak olsun yeter ki! kederimizi içkiyle ya da sigarayla paylaşmış-hiç fark etmez! kendimiz de inanamıyoruz olup bitenlere. her şeye rağmen hakim olamıyoruz irademize. insanoğlu büyüyemiyor ki kendi içinde; mutlaka tıkanacak bir yere, karşı koyacak bir engele rastlıyor. her zamanki gibi dostlar koşuyor yardıma. genişliyor sınırlarımız onların sayesinde. onlar da olmasa şu gizemli dünyada, küçüle küçüle yok olup gideceğiz bir gün. dolacak kalbimiz gamla kederle. dedim ya demin; diğer yanımız var bir de sınırların ardında. çok uzaklarda ama...güçlü bir ülkenin sömürgesi misali, özgürlüğü kısıtlanmış tutsak bir halde...

kendimizi köle yerine koyduğumuz, hislerimizin maneviyatını yitirdiği kalın iplerle örülü öyle bir iç tarafımız var ki; çelikten meret! yaşıyor bizle beraber tozlu topraklı hayat yolunda. o da bizim gibi ansızın gelecek ölümü; kendi dışında kimsenin bilmediği gerçeklerini öldürmeyi bekliyor. Yaşamayı düşlediği uyku öncesi hayallerini de linç ediyor ölmeden evvel.korkak olduğu kadar onurlu da meret!

sırlar... düşler... perdeler... sadece kendi beynin yoruluyor, kendi hislerin ayakta, düşlerin sisli, perdeler çekilmiş durumda... farzet ki; sırlarınla baş başa yemektesin. her gece yatmadan önce doyuruyorsun gizliden. bu doymayan sırları azaltmakta fayda var aslında, yaşamaktan daha çok zevk almak adına... paylaşılamayan bir dünyanın sonu savaşa mahkumdur bir gün. kendinle barışık değilsen savaşın çıkacağı muhakkak!

denemelisin dost olmayı önce. sarılacaksın kardeşçe. fesatlığı bir kenara atacaksın. emin olacaksın kendinden. hırsını yeneceksin. sevgiden bir yudum alacaksın ki kıymetini bilesin. sonradan saracaksın yumaklarını kat kat. sevgiyle öreceksin hayatın bağlarını. bir düğüm de kendine atacaksın, içinde yaşattığın kendine. onu da katacaksın bu çilekeş oyuna. açacaksın tüm kapılarını. aynaya baktığında göreceksin artık her yanını. riyâkar yanın yaşamayacak. savrulacak sağa sola. herkes bilecek seni. fark edecekler ağırlığını. sebepsiz yere üzmeyeceksin kendini-kendini özünle yaşatmanın, değerli kılmanın, insanlarla barışın, barış savaşını kazanmanın tadını çıkartacaksın ömrün boyunca. miras bırakacaksın kazandıklarını yarınlara. böylece anarşistin ölümünün ve sadece sevginin hükmettiği bir dünyanın yolunun kendinden geçtiğini sadece sen bilmeyeceksin.

ve her şeyin sonunda... herkesi; daha da önemlisi kendini kazanacaksın..!

kişilik çıkmazı

kimi insanların hayatları boyunca sundukları karakterle içlerinden geçirdikleri karakter farklıdır çoğu zaman. bir olay karşısında göstermek istediği tepkiler vardır, bir de göstermiş olduğu tepkiler. farklıdır birbirinden. bu tezatlık davranışlarına da yansır. pişman olur çoğu kez, yediremez gururuna. ben buysam eğer; arkasında durmalıyım der. acı çeker, öylece kalır... bakakalır ardından yaşadıklarının. katlanmak zorundadır bu mücadeleye. bunu bilerek devam eder hayat yolunda yürümeye...

onuru çıkar karşısına, acı veren gururu batar yavaştan. duygular, düşünceler taşar; hakim olamaz kendine. ben kimim dercesine bakar sağına soluna. aynalarda arar kendini, benliğini. sorar içten içe... insanın kendi arkasında durması, kendini tasvir etmesi kadar zordur. gözlerini kaçırıverir kendinden. bakamaz ki öyle derinden. başkasının gözüyle bakmak ister. şöyle ön yargılı; yanında da bol hırs mezeli. farkındadır bütün olan bitenlerin fakat; ipin ucu başkalarındadır. mecburiyetten kabullenir her şeyi. tanıyamaz kendini. fotoğraflara bakar: ‘bu ben miyim?’ der. güzel çıkmadığını düşünür, iyiye yormasını da bilir. sesini dinler; bir garip gelir kayıtlardan. utanır. dinlemek istemez sesini, resmine bakamadığı gibi. beğenmez ama; barışık yaşamasını da bilir.

...derken sağına soluna özenir. aynı zamanda başlar çelişkinin bağcıkları. ayaklarına dolanır. bağlayamaz, bağlattıramaz da... düşe kalka devam eder macerasına.kendini kandırdığını bilir bilmesine de; elinden hiçbir şey gelmez ki. ‘kişilik çıkmazı’ dır onunkisi. çıkmaz sokaktır sonu olmayan. belki dipsiz bir kuyudur. ufukta görünmeyen bir uçaktır belki de. kim bilir..? topacıyla oynayan küçük bir çocuğun topacı saramamasıdır...

üstünkörü yorumlarken değerlerini, hep bir arayış içerisindedir aslında. bir gruba dahil olmak istemez. bocalar bir süre. farklı olmalıyım egosuyla tatmin eder kendini. ama herşey nafile. o birilerinin gözünde hep belli bir grubun içerisindedir. herkes farklı bir sınıfa koyar kayıtsızca. değiştirmek ister bu fikirleri. ön yargı, ağlarını örmüştür bir kere! sen bir halkanın içerisinde a, b, c gruplarındasındır artık... ya da şucu-bucu sınıfına çoktan dahil olmuşsundur.

engelleyemediğin yargılar karşısında çaresiz beklersin özgürlüğü. öz benliğin çıkar karşına. sorgular seni. sanki diğerlerinin adına çalışıyormuş gibi. senden değildir bu defa benliğin. nasıl davranacağını bilemez. neyin içinden geldiğini, neyin yapmacık olduğunu sorgular bir yandan da... duygularıyla hareket eder, beyniyle çelişir; mantığına kulak verir, kalbiyle çelişkiye girer. çelişkiler yumağında kıvranır durur. çıkmaz sokak gösterir kendini yeniden. mutlaka bir engel koymuştur önüne. hayatın tüm çıkıntılarına rağmen; canı pahasına savaşmak ister yılmadan, usanmadan...

olur ya yılarsanız bir gün, benliğinizde arayın kendinizi. sorun herkese. ben kimim sana göre deyin, senin için ne ifade ediyorum diye sorun açık açık. ‘aslım bu mu acaba?’ diye düşünürken takmayın kimseyi. cevabı bulduğunuzda ya da bulduğunuzu sandığınızda anlayacaksınız ki siz bir uyum abidesisiniz... ve bu uyumun yine sizin içinizden çıkan ‘çıkmaz sokak’ dedim ya işte; o sokağın başında bulunan kişiliğinizin ta kendisi olduğunu anlayacaksınız...

n’olacak, kişilik çıkmazı işte..!

kendimce

arada sırada kırılgan mektuplar yazıyorum
kendimce
ne yazacağımı bile bilmeden
meydanlarda ulu orta bağırır gibi
sarhoşluktan öteye gidemeyen bir halde
naralar atıyorum gökyüzüne
inan ki o zaman da kıramıyorum seni
tek bir kötü laf çıkmıyor ağzımdan
uçup gidiyor küfür dolu sözler
kırılan yine benim yüreğim oluyor
sonunda kızıyorum bu düzene
kırıyorum kalemimi ortadan
idam emrini vererek bu düzene
en kolay olanını yapıyorum
kendimce
düzeni yok edip
atıyorum her şeyi içime

platonik aşk

geçenlerde sözlükte rastladım

l’amour platonique... platonik aşk!

anladım ki

hani hepimizin bir dönem tutulduğu

sevginin batıp

yüreğinizi kanattığı dönem

sevdanızla gurur duyup

gururunuzun ağlattığı dönem

baktım da anlamına şöyle

‘temiz, namuslu aşk’ imiş

o kadar da korkmamak gerekmiş

sevginizin saflığı neden üzer ki sizi ?

kederin sebebi

yalnızlıktan ibaretmiş...

Nisan 19, 2006

sevgi

sevgi… her türlü duygu bağı, hisler silsilesi; özellikle de
minnet, hatta teşekkür hissiyatı kişiliğin teslim bayrağıdır…

prangasıdır; yok oluşa yönelişidir.

rotasını kasırgaya çevirmiş bir geminin engin denizlerde
yol almasıdır ya da alamamasıdır…

karanlığa gidiştir bir bakıma.

umutla umutsuzluğa koşar adım ilerlemektir.


sevgi… binbir bağı besleyip ayakta tutan, insanlığa yol gösteren,
kalplere her daim iyilik bahşeden kişiliğin zafer bayrağıdır…

bazen fazlası zarar verir sahibine ki; o zaman dikkat etmek gerekir ölçüsüne.

insan sevmediği ölçüde güçlüdür, büyüktür kimi zaman.

zalim ve namussuz insanların egemen olduğu devirlerde sevgisizliğin başgösterdiğini unutmayın… anarşinin emir verdiğini aklınızdan çıkarmayın.

merhametinizi yok eder bir anda sevgisizlik.
içinizi karartır, fesatlığın başı boş kalır.
hırsınız çıkıverir bir anda.

sevgidir bu kötülükleri yok eden.
mutluluğun baş mimarıdır o.

iyiliğin ve hoşgörünün yegâne kaynağıdır.


varsa bir tutam sevginiz yüreğinizin bir köşesinde, kaybetmeyin onu!

gözünüz gibi bakın ona… ekin… daha çok sevgi tohumu ekin…
üzerine üzerine gidin… büyüsün… dağılsın her yere…

büyüsün ki bir an önce; tutamınız bahçe, bahçeniz orman,
ormanınız yurdunuz, yurdunuz da dünyanız oluversin.

tüm dünyaya korkusuzca yayılsın ki sevgi fışkırsın atmosferin
damarlarından. evrene sığmaz olsun!

sevenler… sevilenler… bir arada tadını çıkarın sevgi bolluğunun…

zalimlere, namussuzlara inat yaşayın dilediğinizce…

yolunuz açık olsun!

a ş k

aşk; üç günlüktür…

dün... bugün... yarın…

dün ölmüştün, bugün yanıyorsun,
yarın küllerin uçuşacak…

üç harflik esrarengiz bir kavram nasıl
oluyor da üç güneş günü sürebiliyor
acaba?

hiç düşündünüz mü..?

acabanın olduğu yerde düşünmek gerek.

düşünmek gerek;

çünkü soru işaretlerinin varlığı acabadan,
çengel gibi olması da hayata bir dalından
tutunmanızdan gelir.

düşüncelerimiz varlığımızı;
varlığımız da aşkı gerektiriyorsa
şu evrende;

yaratılış amacımız her daim aşkı
düşünmek olsa gerek.

evrenin varlığını-düşüncelerin darlığını
bir kenara koyup
maşukumuzu aramak gerek.

maşukunu bulan hiç düşünmesin,
doyasıya düşünmüştür zaten o yürek.

bıraksın! götürüldüğü yere gitsin.

gitsin ki üç asır sürsün bu aşk…

üç günlüklere inat..!

nefret

sanırım artık size ne öğrendiğimi söylemenin vakti geldi. yaşadıklarımdan öğrendiğim şu ki; nefret ağır bir yüktür, taşınması hayli zor ve gereksiz olduğu gibi bir faydası da dokunmayan… hamallığını yaptığımız bu ağır yükün atılması gerek bedenden; daha doğrusu kalplerden.bir de kin vardır ki onun bedeli daha ağırdır insanoğluna. beslenir zamanla, duyguları köreltir; karamsar-kötümser eder bir anda. beyni kirletir, yorar çoğu zaman. bittiğinde de sevinmeyin, izleri kalmıştır artık bir yerlerde.

kinin ve nefretin çobanı olmayın, hele esiri olmaya hiç kalkışmayın. bağlamayın duygu yüklü yüreğinizi bu zalime. sevmek bu denli güzel ve anlamlıyken şu sevimsiz dünyada; nefret etmenin altında hangi çıkarlar yatar ki? ne beklersiniz, neyi umut edersiniz bu faydasız his pisliğinden? itiraf ediyorum… ben de büyük nefretlerimin sonunda öğrendim bu manasız yükün gereksizliğini; ama kine dönüştürmeden önce…

hayatın kendisi bir hamallıkken, taşıması bu kadar zorken, yaşamınızın kefesine bir de nefret çuvalını atmanız nedendir? doğarken o güzel, sevgi yüklü ananıza dokuz ay yük oldunuz… yaşarken haksızlıklara karşı gösterdiğiniz çabaların ağırlığı sırtınızdaydı hep… yaşama gözlerinizi yumduğunuzda da mutlaka birileri gelip sizi omuzlarında taşıyacaklar, ölü bedeninizin gömüleceği yere… ne hakkınız var sizi karşılıksız taşıyan o yardımsever insanlara kafanızda aptalca kurguladığınız nefret dolu his yığınınızı da taşıtmaya?

bencil olmayın! atın ruhunuzdan şu illeti… bağımlı kalmayın böyle pisliklere… sevin birbirinizi… koşun,toplayın sevgi yumaklarını. nefret şeytanda kalsın, siz tadını çıkarın ölesiye sevmenin… dünyanın en güzel varlığına; özenle yaratılmış insanoğluna sevgiyle yaklaşmanın lezzetine varın. sımsıkı sarılın ki bütün gizli kötü duyguları kovabilesiniz. yaşlar dökülsün; geçen nefret dolu yılları temizlemek adına… nefretinizin üzerine sevgiyi bastırarak kalbinizin dibinde ezip parçalayın onu; sonra gömün o yaratığı-o sizi benliğine gömmeden..!

hayat

dün bir duvarın köşesinde şu satırları okudum:

‘hayat, beklentileriniz dışında başınıza gelenlerdir.’

bir bakıma; planlamadığın, kafanda hiçbir zaman tasarlamadığın

beklenmedik olaylar karşısında düştüğün durumlardır hayat...

bu olayların birbirini izlemesi ve ardından ortaya çıkan ucuz ve

uzun bir film. bu uzun metrajlı filmlerden kiminin ki nice

oscarlar alırken, kiminin ki de ödül almaya aday bile gösterilmiyor.

bu kadar zıt yaşamların arasında bir de ortalamada

kalan hayatlar var ki; köşeleri yok, olsa bile sivri değil; belli belirsiz,

her düzene ayak uyduruyor. sanırım benimki onlardan sadece biri...

benim gibi bu yolda ilerleyen çok sayıda insan var ve hiçbiri;

bu sıradanlık duygusuyla geçen hayattan yeteri kadar verim alamıyor.

hüsrana uğrayan, silleyi yiyen, hayatın keskin pençelerine yenik düşen

sen oluyorsun ve sen neden oluyorsun tüm bu yaşananlara...

bu durumdan kurtulman epey zaman alıyor ki, bu geçen zaman da

ne yazık ki; yine hayatı çıkarıyor karşına...

şehirlerarası yolculuk

şehirlerarası yolculuklarda tanıdım hayatı... hayatın tanıklarını…
düşüncelerimi biriktirdim yollar boyu. yolları saydım kilometrelerce. başımı yasladım ay ışığına. gözlerimi diktim karanlığa. içimi boşalttım sahipsiz mecralara. fosforlu saatle öğrendim zamanı. susuzluğumu dinledim bazen. açlığımı sakladım kendimden. en önemlisi; hayatın tanıklarını dinledim saatlerce. kulak verdim hikayelerine, umut dolu tavsiyelerine, ibret verici sözlerine...

bir güney yolculuğunda tanıdım mesela Orhan abiyi. Antalya' da bir tiyatroda suflörlük yapıyormuş. ‘işletmeyi bitirdim, işsiz gezdim bir süre ve en sonunda bu işi buldum’ diyor kederli gözleri. kader bu ya, tam da tercih dönemi rastlıyorum Orhan abiye. ‘yazma işletmeyi; aç kalırsın benim gibi.’ diyor; fakat dinlemiyorum Orhan abiyi, yeni yeni hatırlıyorum dediklerini...

Kayseri'ye giderken orta yaşlı, yolun yarısını neredeyse devirmiş, şişman suratlı, gözlüklü bir beyefendiyi dinliyorum bu defa. Ankara'da bir otelde resepsiyon müdürü olduğunu söylüyor ve başlıyor hikayesini anlatmaya: kız almaya gidiyormuş Kayseri'ye. ‘aman ben geç kaldım, sen kalma haa!’ diyor. ‘acele et bak; yoksa evde kalırsın.’ sonra ekliyor; ‘bak kafamda saç kalmadı, daha yeni damat olacağız. üniversitede okurken hemen evlen, sonra gül gibi geçinirsiniz’ diyor şaka yollu. ‘aman abi, dur daha genciz, güzeliz yakma bizi şu çağımızda’ diyorum mütemadiyen. muhabbet uzuyor çeşitli anılarla, uykuya dalıyoruz bir süre sonra...

asker Salih’i unutuyordum az kalsın. memlekete dönerken tanışıyoruz. her hafta gittiğimiz pazarda ayakkabı satıyormuş. pek de hızlı konuşuyor, anlamakta zorluk çekiyorum. arada bir başımı sallayıp onaylıyorum, bazen de kendisi tekrarlıyor. bir soru sorsa tıkanıp kalacağımın farkındayım. neyse ki hep o anlatıyor, ben de puzzle oynar gibi Salih’i çözmeye çalışıyorum. askerlik günlerinden, komutanlarından, Edirne halkından bahsediyor. yaşını sorduğumda aynı yaşta olduğumuzu anlıyorum ve bulutları seyrederken Salih’in yerine kendimi koyuyorum, asker oluyorum bir süre… ve başlıyorum hâyâl kurmaya...

bu kez de irice bir amcanın yanındayım. özel şoförmüş kendisi. veryansın ediyor otobüsün şoförüne kendi kendine. ‘ya bas biraz, ne kadar yavaş gidiyor bu adam’ diye söyleniyor ya, ne fayda! bir ben duyuyorum amcamızın sesini. ‘takometre var araçta’ deyince; ‘benim Chevrolet olacaktı ki şimdi, en az 250 ile uçuyorduk’ diye yapıştırıyor cevabı. durum anlaşılıyor ve hız tutkunu amcanın yanında susmaya karar veriyorum…

sonunda kendimle baş başa kalıyorum. loş bir karanlık aydınlatıyor yüzümü, kısıyorum gözlerimi. benliğimle dans ediyorum. iç hesaplaşmamın ardından gözüm fosforlu saate takılıyor yeniden, geçmiyor zaman. sınırlı ve zorunlu yolculukta molayı bekliyorum çaresizce. gözlerimi uykudan saklarken ayın parlaklığı vuruyor yüzüme. uzunlarını yakan araçlar sıralanıyor yolda. muavin geçiyor arada bir, görevini yapma telaşı var suratında, gözler kan çanağı olmuş, saçları dağınık. camda gölgeler, çevrede ağaçlar. klimadan gelen yapay rüzgâr serinletiyor vücudumu. hafiften bir müzik yayılıyor kulaklara. uyum içinde devam ediyor şehirlerarası yolculuk… devam ediyor hayat… ve hayatın tanıkları birer birer iniyor otobüsten, evlerinin yolunu tutuyorlar umutla. ‘güle güle hayatlar!’ diyorum içimden…

Nisan 09, 2006

Memleketimden Yurdum İnsanı Manzaraları 5

Taksim meydanında palyaço kılığına girmiş görevli bir adam, oradan geçenlerin güya Avrasya maratonuna katılmaları için ilginç bir yol bulmuş kendine:

- Hiçbir numaranız yok diye üzülmeyin!
Gelin size de bir Avrasya Maratonu numarası
verelim, sizin de bir numaranız olsun!

Bu ne yaaa! Hızla ordan uzaklaştığımı hatırlıyorum...


* * * * * * *

Eminönü ’nde yağmur altında vapur iskelesine doğru emin adımlarla ilerlerken şemsiye satan seyyar satıcının şu sözleri kulağımda adeta yankılanmıştı:

- Ağabeyler! Ablalar! Hasta olmaya değer mi?
Al bir şemsiye! Hayatından, sağlığından
önemli mi? Sadece üç milyon...Üüüüüçççç!
Bay bayan şemsiyeee..!

Kendi kendime muhakeme yaparken, üç milyonla sağlığımın değerini karşılaştırmıştım. Evet, satıcı amca kazanmıştı. Ben pazarlama diye buna derim!


* * * * * * *

Şehirler arası bir otobüste muavin, yolculara lokum dağıtırken hemen önümde şöyle bir diyalog geçiyor:

Yolcu: Bir tane daha alabilir miyiz..?
Muavin: Ailelere bir tane veriyoruz…

Bir an kendimi yolcunun yerine koydum, koymaz olaydım.
Ne fena bir durummuş öyle! Aman aman...

Memleketimden Yurdum İnsanı Manzaraları 4

129 BT Kozyatağı-Taksim hattında İETT şoförü Boğaziçi Köprüsü’ nü geçer geçmez otobüsü sağda bir yerde durdurur:

Şoför: Direksiyon kitlendi, dönmüyor...
Her Şeyi Bilen Adam: Yakıt mi bitti yoksa..?
Şoför: Yaaa kardeşim, direksiyonla yakıtın ne âlâkası var! Allah Alllaaaah..!

H.Ş.B.A. neye uğradığını şaşırdı, en son inerken hâlâ kendi kendine söyleniyordu garibim…

* * *

28T Topkapı-Beşiktaş hattında İETT’ nin yeşil otobüslerinden birinde yolculardan biri telefonuyla konuşmaktadır (cep telefonuyla konuşmak yasaktır!) ve yolculardan biri sonunda patlar:

- Yaaoouuvvvvv! Kapat şu telefonu be adam!!
- Birazdan inecem...
- İneceen de, bizi de indireceeeeen haaaaaa!!!

* * *

110 Kadıköy-Taksim hattında Beşiktaş’ tan otobüse biner binmez İETT şoförü; arkadaşla bana sesleniyor:

- Bakın arkada 112 var, ona binin!

Biz o an dumur haldeyiz tabi! Bir şey diyemedik.

Peki ne demeliydik..?

'Sana ne kardeşim, istediğim otobüse binerim!' gibi…

Memleketimden Yurdum İnsanı Manzaraları 3

Beşiktaş’ taki ışıklarda karşıdan karşıya geçerken polis; trafik kurallarına uymayan kalabalığa bağırarak onları sözde uyarıyor:

- Yayalaaaaar!! Geçmeyin karşıya!
Size diyom sizeeeee... Alooooğğ!!!

*********************************************

Boğaziçi Köprüsünden otobüsle geçerken orta yaşlı bir kadın, yanında oturan diğer kadına eliyle bir yerleri göstererek İstanbul’ u anlatıyor:

- Bak şura Ortaköy, şu da Ortaköy cami.
- Eveeet...
- Bura da köprü. Şu an köprünün üstündeyiz, bak köprüyü şey yapıyolar, güçlendiriyolar...

***********************************************

Beşiktaş’ ta durakta beklerken iki yaşlı kadın otobüse beraber bineceklerdir. Kadınlardan biri gelen otobüse hamle yapar ve diğeri sorar:

- Biniyo muyuz..?
- Yooogk! Biniyomuş gibi yapacaaaaz...

**************************************************

Taksim meydanında otobüs bekleyen bir kuyrukta adamın birine yaklaşıp aynen şöyle sordum:

- Pardon, burası ne sırası acaba..?
- Taksim.
- Sağolun!

Bozuntuya vermeden adamın yanından ayrıldım ki ne ayrılma...

Memleketimden Yurdum İnsanı Manzaraları 2

Tokat Seyahat’ in Muğla-Tokat seferinde terminalde beklerken yolculardan biri, yan koltukta ayakkabılarını çıkarmış olan bir yolcudan -yayılan kokudan olsa gerek- rica ediyor:

- Pardon beyefendi! Ayakkabılarınızı giyer misiniz..?
- Sağaaaa neeee!!!
- Nasıl konuşuyorsun sen?
- Lan baagk gözüyün ortasına bi dene vurursam; otobüssün içinde bi yere de gaçaman, öldürrüm valla şurda seni!

Ben şaşkın halde kargaşayı beklerken neyse ki;
araya muavin giriyor ve gerilim sona eriyor…

******************************************

Beşiktaş’ ın en son şampiyon olduğu yıl (2003), parkın birinde hasta Beşiktaşlı bir amcayla muhabbet ediyoruz. O haftaki Beşiktaş-Galatasaray derbisi hakkında konuşuyoruz. Amcamız kendini öyle bir kaptırmıştı ki; hiç unutmam aynen şöyle demişti:

- Beşiktaş berabere de kalsa bu maçı alır arkadaş!!

Onaylamak zorundaydık…

- Tabii! Tabii! Alır abi...

********************************************

Beşiktaş’ ta bir dükkanın önünde beklerken, bayan bir müşteri beni tezgâhtar sanmış ve tokanın fiyatını sormuştu. Benim de o an muzipliğim üstümdeydi…

- Bakar mısınız? Bu toka ne kadar?
- O kadarrr..!!!

Çok fenaydı çoook! Kızcağız kızarmıştı…
Arkamı döndüm, bayanın gitmesini bekledim.
Biraz utanmıştım aslında... :)

Memleketimden Yurdum İnsanı Manzaraları 1

Taksim’den Ortaköy’ e gidecek olan otobüsün (40 T Sarıyer) şoförüne kapının ne zaman açılacağını sorduktan sonra; kapı ağzında beklerken adamın biri gelir yanıma…

- Ne diyo?

- Hariciyeciymiş. Amirliğe uğraması gerekiyormuş...

- Haklı adamcağız. Onun da hakkı. 5-10 dakka bekleyecek, dinlenecek adam. Nefes aldırmıyolar ki... Ben de diyodum önceden ‘niye bu kadar bekletiyolar?’ diye; ama yarım saat değil ki... 10 dakka dinlensin, gün boyunca çalışıyo adam, ona da yazık! De mi ama..?

- Doğru söylüyorsun abi...

- Bak bu 40 T! Sarıyer’ e sahilden gider. Bak şu da 25 T! Maslak’ tan gider. Mesela, sahilden giden Emirgan’ dan geçer. Bu geçmez. Ben nerden biliyorum tüm bunları. Her yere gittim çünkü. Bak bu 40 T sahilden, bu da 25 T Maslak’ tan gider. İstanbul’ u öğren! Öğrenci adamsın. Her yere gittim ben İstanbul’ da... Haa, nereye gitmedim. Bi Akmerkez’ e gitmedim. Nasıl gidiliyo oraya?

- Etiler’ de o abi, şurdan...

- Ha, niye gitmedim Akmerkez’ e..? Sosyete değilim çünkü ben. Oraya sosyeteler gider. Haa diyelim ki gittim; olur ya geçerken kazara elin kolun çarpar, kırarsın camını, ödeyemezsin sonra. Neme lazım? Olur yaa, belli olmaz!

- Olur olur...

- De mi..? Olur ya ayağın çarpar giderken; kırılır camı, çerçevesi... Ödeyemezsin o kadar parayı. Ben nerden buluyum o kadar parayı..? Sosyete miyim ben..?

(kapı açılır...)

- Aha! Kapı açıldı.

- İyi günler abi!

(ses yok!)

Dumur halde ilerliyorum, İkarus otobüste kendime bir yer seçip yazmaya koyuluyorum...

KULLANILAN(!) TÜRKÇEMİZ

Kinayeli bir başlık atmanın sebebi gerçek anlamda da mecaz anlamda da kullanılan dilimizin gittikçe daha kötüye giden hasta durumu. Sapasağlam ‘Öz Türkçe’mizde hastalığa yol açan da maalesef bizleriz. Kimseyi suçlamıyorum. Sen, ben, o, biz ,siz,onlar… Herkesin dolaylı yoldan da olsa çorbada bir miktar tuzu(!) var.

Dil konusunda her birey kendi üzerine düşen sorumluluğu taşımadığı ya da taşıyamadığı sürece yükün arttığını ve işlerin daha da zorlaşacağına inanıyorum. Dili bir araç olarak gördüğümüz sürece bu böyle olmaya devam edecektir. Önemli olan Türk dilimizi korumayı bir amaç olarak görmek ve bu amaç doğrultusunda bilinçli davranmaktır. Nasıl mı..? Sanırım bunun için çok büyük ve uzun vadeli planlar yapmak gerekiyor.

Öncelikle; telaffuz konusuna gelirsek Türkçe ’ye dışardan girmeye çalışan kelimeleri Türkçe telaffuz etmek bir çözüm değil; aksine insanı daha gülünç duruma düşürebilir. Söz gelimi; siz kısaltmalardan oluşan yabancı bir kelimeyi Türkçe telaffuz ederseniz karşınızdaki buna anlam veremeyebilir. FBI için ‘fe be ı’ mı dersiniz; yoksa ‘ef biy ay’ mı? Yani Türkçe ‘yi korumadaki ilk amacımız yabancı kelimelere başvurmamak olmalı.Türk dilimizde karşılığını bulup onu kullanmalıyız. Yoksa ‘Cafe des Anges’ adında bir işletme açmak yerine ‘Cafe Dez-Anj’ ı tercih eden bir işletmeci için ne diyebilirsiniz..? İşletmeciye amacını sorduğumda ‘Fransızca’nın kolay telaffuz edilememesinden dolayı, akıllarda kalıcılığı sağlamak için bunu tercih ettiklerini’ söylüyor. Bu örnekte gördüğünüz gibi iş çığırından çıkmış durumda. Yani dili ticari araç olarak kullanarak yabancı dil bilmeyen insanlarımız bile düşünülüyor ve böylece dilimiz katlediliyor. Yabancı kelimeler yerine yabancı kelimelerin telaffuzlarına başvurularak bile dil zarar görebiliyor.

Üniversitelerin öğretim dilinin İngilizce, Fransızca, Almanca ya da başka bir dil olması bir sığınak olmamalı; aksine yabancı dilde eğitim alan insanların daha dikkat etmesi gereken bir konu ki onların Türkçe ’den uzaklaşma riskleri daha yüksek. Derslerin yabancı dilde işlenmesinden bahsetmiyorum. Kendi aramızda konuşmalarımızdan, günlük hayattan ve Türkçe’yi yer ve zaman gözetmeksizin birinci sıraya koyup savunmaktan bahsediyorum. Türkingilizce, Engilizce, Türkishçe… gibi söylemler gerçekten komik ve saçma geliyor bana. Dili konuşma aracı olarak kullanıyorsak karşımızdaki kişinin bildiği dilde konuşmasının tabii ki bir sakıncası yok.

Benim anlatmak istediğim ‘dil milliyetçiliği’ değil. Dili doğru yerde, doğru zamanda, doğru hedefte, doğru çözümlerle korumaya çalışmalıyız. buradan vardığımız nokta ise doğru iletişimdir. Satış arttıran iletişim değil, olması gereken iletişim. Bu konuda öncü insanlara çok ihtiyaç duyuluyor. Kim bu öncü olacak insanlar peki..? Profesörler, doçentler, doktorlar, öğretim görevlileri, öğretmenler, asistanlar...vb. Kısaca eğitmenler. Biraz da onların yol açması gerekiyor. Biz gençler olarak onların açtığı yoldan gitmeye hazırız diye düşünüyorum. Herkes bu bilinçte olursa; uzun vadede ilerleme sağlayabiliriz. Konfüçyüs şöyle der:

Ya bir yol aç, ya yol ver; ya da yoldan çekil.’

Başka bir anekdotta ise "Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?" sorusuna Büyük Filozof Konfüçyüs şöyle cevap verir.

‘ Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Şöyle ki: Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki dil, çok önemlidir. ’


Türk halkının dili Türkçe'dir. Dünyanın neresinde olursak olalım, kendi öz benliğimizi koruyarak yasayabilmeyi öğrenmeliyiz. Kimliğimiz korumanın temeli de dilimizden geçiyor. Dilimizin yalnızca konuşma dili(!) olarak kalması ki bozulmaya başladı; bu durum uzun sürede dilimizin ölümüne, dolayısıyla eriyip kaybolmamıza yol açar. Dil yazılarak geliştirilebilir ve uzun süre yaşatılabilir.

Türkçe yazalım, Türkçe konuşalım, Türkçe dinleyelim.

Sevgi ve saygılarımla…

Nisan 08, 2006

Dilinizden utanmayın!

Türkçe dünyanın en köklü,
en zengin ve en güzel dillerinden biri.
Onu yabancı sözcüklerle kirletmeyin.


Türkçe kullanın!

ETRE UN GARDIEN


QU’EST CE QUE VOUS POUVEZ FAIRE POUR ETRE UN GARDIEN SUR UNE PAGE?

peignez d’abord une prison
et les coupables bien sûr!
peignez ensuite;
quelqu’un qui a faim,
quelqu’un qui a soif,
quelqu’un qui est malheureux,
quelqu’un qui est sans espoir
de l’avenir...

placez ensuite une grille
pour empêcher leur liberte...
leurs parents peuvent les voir,
seulement;
une fois par semaine...
ces coupables peuvent sortir a la nature,
parfois;
librement et sans loi...
ils verraient des oiseaux
aussi;
ils sentiraient des fleurs
dans le grand jardin...

placez enfin une grande porte de fer
mais;
ne pas donnez la permission de s’evader!
jamais!
si ils tentent de s’evader par la fênetre...
alors;
ne pas peignez quelque chose d’ouverte!

maintenant;
vous êtes devenu juste un gardien
et vous pouvez commencer a travailler dans les prisons...
car;
n’oubliez pas que vous garderez tous les coupables!
faites attention!
allez-y!!!

GiRiNTiLeR & ÇıKıNTıLaR 4

Ø İktidar halayın başında, sıradanlık ortasında, özgürlükse sonundadır. Halay ekibinde; yöneten birisi, yönetilenler ve keyfini süren bir kişi hep vardır. Düğün esnasındaki bu takım arkadaşlığının uyumu başarıyı da beraberinde getirir.


Ø Casper ’dan dost mu olurmuş! Var mı etrafınızda böyle iyilik hayaletleri? Arkadaş dediğin Buggs Bunny gibi fırlama olacak, ota boka karışacak, bir kuyudan girip öteki kuyudan çıkacak.
Uç uç iyilik yap, nereye kadar kardeşim..!


Ø ‘Sponsorsuz sanatla sanatsız sponsorun buluşma noktası paraysa eğer; sanattan yana olmakta fayda var.’


Ø ‘Kendine katacağın değer; küçükken başından geçen deneyimlere, büyüdüğünde yüklediğin anlam kadardır.’


Ø Omo ’nun ‘kirlenmek güzeldir’ sloganıyla başlattığı kampanyası yıllardır rutinleşen Ayşe Teyze ’li, Persil Adam ’lı deterjan reklamlarına bir tat, bir doku getirdi. Ajansının kalemine sağlık!


Ø ‘Yalan söyleyebilmek zekâ, hayal gücü ve hafıza ister. En istenmeyen şey ise vicdandır. Desenize 3 yanlış 1 doğruyu götürüyor.’


Ø Einmal ist keinmal! (Bir kere hiç keredir!) diye bir Alman atasözü var. Acaba Hitler; ‘bir kereden bir şey olmaz ‘ mantığından yola çıkarak mı çıkardı II. Dünya Savaşını..?


Ø Dünya başkalarının hayatına müdahale ettiklerinde var olduklarını hatırlayan insanlarla dolu. Bu tarz insanların yapılacaklar listesinin başında sözüm ona(!) dedikodu geliyor.


Ø Hedefine ulaşmak için yanlış adım atanlar kaybettiklerini genellikle işin sonunda anlarlar. Örneğin: ‘Temel yarışmadan önce doping almış; anlaşılmasın diye de sonuncu olmuş.’ Vah Temelim vaaaah..!

GiRiNTiLeR & ÇıKıNTıLaR 3

* Berber koltuğuna oturur oturmaz boğazına
o pelerinin(!) takıldığı an karizması sıfıra
inmeyecek adam tanımıyorum. Sünnet mi
oluyoruz tıraş mı oluyoruz belli değil bee..!

* Bilinçli tüketici ifadesiyle ne kastediliyor..? Sağlıklı ürünler alanlar mı, gelirine göre alışverişine sınır koyanlar mı; yoksa reklamlara aldanmadan ürünün özelliklerini titizlikle araştıranlar mı..? Aslında, üreticiler bilinçli davransa tüketicide bilinç aramayacağız ama...

* Sıkıcı ve boş derslerde oynadığımız
isim-şehir, sos, amiral battı, sayı bulmaca
gibi oyunların modasının geçeceğini pek sanmıyorum.

* Ütünün 21. yüzyılda-uzay çağında çok da
mükemmel bir buluş olduğunu düşünmüyorum.
Zamandan çok çalıyor, el yakıyor...vb.

* Osuruk ağacı diye bir ağaç var. Halk arasında
adı öyle geçiyor. Kimin eseri bilmiyorum ama
oldukça isabet olmuş; zira yaprakları çok pis
(fısss) kokuyor. Denemesi bedava, buyrun!

* Bilardo topu, bowling topu gibi sert topların
kağıtların sıkıştırılarak yapıldığını biliyor muydunuz?
Defter yaprağını hafife almayın bence...

* Kafe, bar ve restoranlarda tuvaletler
bir şekilde size göre ilerde-sağda
olmayı beceriyorlar ya da bana öyle rastgeliyor.

* At ile eşeğin çiftleşmesinden katırların
meydana geldiğini bilmeyen yoktur herhalde...
Peki tavşan ile sincabın çiftleşmesinden
hamsterların dünyaya geldiğini bilen var mı aranızda..?

* Kopya çekebilmek için yıllardır yaratıcı yöntemler
bulan öğrencilere, yaratıcı yöntemlerle cevap
vermeyen ya da veremeyen öğretmenlerimize
blogum aracılığıyla teşekkür ediyorum...

GiRiNTiLeR & ÇıKıNTıLaR 2

* Vapurlar yanaşmadan iskeleye atlayanlar,
kıta değiştirmenin coşkusuyla mı bekleyemezler acep..!

* Bir Çin atasözüne göre kadınları etkilemenin
ana kurallarından biri de meşgul ve iş hayatında
önemsenen bir erkek olmakmış...
İşin garip tarafı bu da onların elinde kaaardeşim!!

* İlkokul yıllarında hatırlar mısınız kokulu silgiler vardı.
Kansere yol açtığı dedikoduları yayılmıştı... Korkumuzdan
boynumuza astığımız rengârenk silgilerimizi koklayamazdık.

* Günümüzde sanal sevgili diye bir şey var.
Görmeden seviyorsunuz, hâyâller kuruyorsunuz,
elektrik alma gibi bir lüksünüz yok ama
ortam gayet elektronik!

* Angelia Jolie’ nin açıklamasına göre;
vücuduna krem sürmeye bayılırmış,
kremini seçerken mutlaka tadına bakarmış.
Erkeklerin ağzının tadını biliyor olsa gerek!

* Özellikle Türk erkeklerine adres sorulduğunda, bilsek de
bilmesek de bir şekilde tarif etmeye çalışırız.’’Bilmiyorum’’
demek bizim için aşağılık kompleksi gibi…

* Konferans, söyleşi ve panel gibi etkinliklerde soru-cevap bölümünde konuklardan birisine soru sorduğunda sorumluluk altına girersin ya, ne berbat bir durumdur o öyle! Göz temasını sürdürürsün, başka bir işle uğraşamazsın (burnunu karıştıramazsın mesela) ve tatmin olana kadar konuk tarafından esir alınırsın...

* İşletme derslerimden bildiğim kadarıyla marka dendiğinde kısa olmalı, herkes tarafından anlaşılmalı, akıllarda kalıcı olmalı gibi kriterler sayılır ve örnek olarak da klasik eti örneği verilir. Bu durumda pricewaterhousecoopers ‘ a ne demeli..!

* Kayseri'de bir malı yarısından daha az bir
fiyata satın alabilirsiniz, tabi Kayseri'liyseniz …

GiRiNTiLeR & ÇıKıNTıLaR 1

· Tüpgeçit, asma köprü derken teknolojiyle her yere ulaşabiliyoruz artık. Şu çıkmaz sokakları da bir yere çıkarmanın zamanı gelmedi mi..?

· İnsanoğlu yaşlanınca Türk Sanat Müziği dinleyesi geliyor. O yüzden olsa gerek, nasıl olsa ilerde dinleriz deyip boşveriyoruz musikîyi...

· Çoğumuz ilkokul yıllarında açık hava basıncını ispatlamak için su dolu bardağın ağzını kağıtla kapatıp ters çevirmişizdir. Yıllar önce abim bu deneyin bokunu çıkarmıştı. Kendini Toriçelli sanması bir yana, eve gelen her misafiri lavaboya götürüp hünerini sergiler, öyle yollardı.

· Gelenle giden arasındaki tek fark sadece yönleri değildir. Umutlar, beklentiler, düşünceler, hayaller ...vb de farklıdır çoğu zaman.

· Anladım ki; şimdiye kadar değişmeyen tek kavram, zaman; 1 gün hep 24 saat!

· Silahlara susturucu takmayı başaran beyinler; matkap, saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi gibi gündelik hayatta çok kullanılan aletler için de bir şey düşünemezler mi acaba..?

· Radyo D’ de Muzo’ yu arayan bir dinleyici kendi adının Kiraz, annesininkinin Şeker, kardeşininkinin ise Kadife olduğunu söyledi... Enteresan (:

· Susam sokağındaki minik kuş’ u hiç sevmezdim. Daha o yaşta kandırıldığımı düşünür, içten içe gıcık olurdum hayvana (!)...

· Ortaokul yıllarında müzik öğretmenimiz bir kız arkadaşa soruyu bilemediği için ‘‘koca kafa içi boş, tut kulağından çifte koş!’’ demişti. Kızcağız utancından yerin dibine girmişti...

· İstanbul’ un kaldırımlarında insan kalabalığı yetmiyormuş gibi bir de yürürken önümüze geçen ve bir türlü yol vermeyen koca dötlü teyzeler !!! Sizlere sesleniyorum: ''Açın şu gençliğin önünü artık! ''

· Üst ve alt geçitlerin kullanılma oranı bir ülkenin çağdaşlığı hakkında bilgi verebilir.

· ' Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. ' yazılı tabelalar inşaatların bir nezaket göstergesi midir yoksa zorunluluğu mu..? Sınavına gürültüden dolayı çalışamayan bir öğrenci ya da kafasına tuğla düşen bahtsız bir vatandaş ne yapsın senin özrünü..!

· Küçükken diet bisküvileri yediğimiz zaman zayıflayacağımızı sanardım.

· Uzun Marlboro (kamyoncu sigarası), Tekel 2001 (asker sigarası),
Winston (öğrenci sigarası) gibi ayrımlar sigara içecek olan adaylara
seçme şansı tanımıyor ki...

· Göz doktoruna kontrole gidenler! Tabloda göremediğiniz harfleri kafadan
atmaya kalkmayın. Olur ya tutarsa, aleyhinize işleyebilir.

Nisan 07, 2006

Bilinçli Aptallıktan Yaratıcılığa Doğru

Bilinçli aptallık…
Halk dilinde salağa yatmak mıdır..?
Kendini aptal gibi konumlandırıp aptallık yaparak
beraber aptallaşmak mıdır..?
İnsanları aptal yerine koyarak akıllılık yapmak mıdır..?

En doğrusu hangisi kestiremiyorum; fakat hepsi bir yoldan bizi bu tanıma götürebilir.Reklam sektörünün çok sıcak bakmadığı bu anlayışa medya sektörü ışıklarını yakalı yıllar oldu. İzleyici yönlendirildi, ihtiyaçlar doğuruldu, alışkanlıklar üretildi. Kimi değerler suistimal edilirken, kimilerine de epey anlam yüklendi. Neyin doğru olduğuna karar vermez olduk. Einstein’ın da dediği gibi; mutlak gerçeklerimiz silindi, yerine kuvvetli olasılıklarımız geldi. Gerçeklerimizi, doğrularımızı, değerlerimizi kestiremez hale geldik sonunda…

Yıllardır edebiyat dünyası tartıştı. Sanat; toplum için mi, yoksa sanat sanat için mi..? Kimi yazar toplumun açıklarını kapatmak ve ihtiyaçlarına cevap verebilmek için didindi durdu. Kimi yazar da sanatı sanatın ilerlemesi için icra etti. Birinin amacı doğuda kalmak iken, diğerinin hedefi batıya yönelmek oldu. Yazın dünyasında bunlar gelişirken ‘medeniyet’ tanımı doğdu. Çağdaşlıktı, uygarlıktı derken ilkellikten bizi kuratacağını düşündüğümüz her türlü yeniliği kabul eder olduk. İyi mi, kötü mü; yararlı mı, zararlı mı diye bakamaz olduk. Bakar-kör halimizle her yeniyle tanışma fırsatı bulduk. Fırsatları lehimize çevirmeye çalıştık, işler yolunda gitmeyince çağa ayak uydurduk dedik. Kalıplara giriyor, kalıplardan çıkıyorduk. Tanımlar mı bizi bu hale getirmişti? Anlam veremiyorduk…

Reklam sektörüne sıçrayan tanım düellosunda edebiyatta da yaşadığımız gibi sıra amacımıza ve hedefimize gelmişti:

- Reklam; satış arttırmak için mi, daha yaratıcı olmak için mi?
- Reklam; hedef kitle için mi, reklamcılık için mi?

Bunların üzerine aklımıza takılan soruları ekledik durduk:

- Reklamın iyisi, kötüsü olur mu?
- Reklamın doğrusu, yanlışı olur mu?
- Yaratıcılık evrensel mi, yöresel mi?
- Reklamcı olmak için alaylı olmak gerekir mi?
- Yetenek doğuştan mıdır, fakülteden mi?
- Hayatın deneyimleri mi, iletişimin gerçekleri mi?
- Kurallar mı geçerli, empatiler mi?
- Okuyarak, araştırarak; gezerek, görerek yaratıcılık yaratabilinir mi?

.........................

Soruları sormaya ve subjektif cevaplarımızı vermeye devam ediyoruz.
Ben de kendi penceremden bakıyorum ve şöyle tanımlıyorum:

Yaratıcılık= Hayatı Yaşama Tarzın + Sana Verilen Süre

Hayatı yaşama tarzını, senin sınırların(!) ve tercihlerin belirliyor.
Sana verilen süreyi ise başkaları belirliyor.

Belirlenen sınırlı sürede sınırsız yaratıcılık;
senin yaşamı uygulama biçiminde saklı.
Yaşamımızı doğarken planlamasak da,
yaptıklarımız bizi yaratıcılığa itiyorsa
bu da sizin bir şansınız.

Değerlendirmekte fayda var.

Yorum sizin…

Nisan 06, 2006

FUTBOL KARDEŞLİĞİ

Reklamın içinde futbol, futbolun içinde reklam…

Oyak Bank ’ın İyiler mutlaka kazanır! sloganını en son Fenerbahçe-Beşiktaş maçının gollerinden sonra ekranlarda gördük.

Birkaç sorum olacak:

Gollerden sonra rakip taraftarların o an ne düşündüğü, ne hissettiği önemli değil mi..? Futbolda her zaman iyiler mi kazanıyor..?
Berabere biten maçlar için Oyak Bank’ ın söyleyecek bir sözü var mı..?

Evet… 2-2 biten maçın Beşiktaş’ın gol yediği kısımlarında benim aklıma bunlar takıldı.

İyiler kazanmalı tabii ki; ama hangi iyi, kimin iyisi, neyin iyisi…?

..........................................

gnctrkcll ’ nin en ateşli tezahürat yapacak kişiler için başlattığı kampanya ne derecede ses getirdiğini de merak ediyorum. Olumlu yönde olduğu kadar olumsuz yönde de etkilemiş olabilir mi..?

- Beşiktaş ’taki meydanda Fenerbahçe için yapılan tezahüratlar…
- Kadıköy’de Galatasaray tezahüratları…
- Her hangi bir yerde hoparlörden çıkan kulaklara zarar(!) ‘Türkiye! Türkiye!’ sesleri…

Ve daha niceleri…

Kampanyanın cep telefonlarıyla yapılacak tezahüratlar için belirlemiş olduğu kurallar da dikkat çekici ve yoruma açık. Bazılarını seçtim. Yorum sizin.

Dikkat edilecek noktalar:

- Bırakacağınız mesajın tezahürat içerikli olması gerekiyor.
- Bilgisayar programı sesinizdeki Beklenti, Utangaçlık, Mahçubiyet, Konsantrasyon seviyesini belirleyip sayısal bir değer veriyor ve büyükten küçüğe sıralıyor.
- Tezahüratını ateşli ve bağırarak yapman şansını arttırabilir.
- Kanun, ahlak, kamu düzeni ve adaba aykırı olan tezahüratlar yarışmadan elenecekler.
- Fikri ve Sınai Eserler Kanununa göre eser niteliği taşıyan, fikri hak ve/veya telif hakkı söz konusu olabilecek unsur içeren ses kayıtları yarışmadan elenecek.
- Unutma! Bırakılan ses kayıtlarını çoğatılma ve dağıtım hakları Turkcell’de olacak.

...............................................

Futbolla reklamları birleştirmek dikkat edilmesi gereken bir durum diye düşünüyorum.
Öyle ince bir çizgi ki burası; sınırı geçtiğiniz an tepki görebilir ve başarısız olabilirsiniz.

Ford ’un Kristal Elma'lı reklamları hâlâ izlenirliğini koruyabiliyor. Maçlardan önce, maç esnasında veya sonrasında girilecek olan filmler salt futbolu desteklerse daha iyi sonuçlar alınabilir.

Futbolu aşırı seven bir hedef kitle için daha sağlam ve emin adımlar atılamaz mı?

Atılabilir… Atılmalı…

5 Reklam... 5 Gözlem...

Çevremdeki insanlara sorarak ve kendi gördüklerime dayanarak 5 reklam seçip, 5 tespitte bulundum. Kimi dikkat çekici gelirken, kimi de sıradan geldi…


- OMO; 'Kirlenmek güzeldir!' kampanyasıyla deterjan reklamlarına ayrı bir hava, ayrı bir tat getirdi. Ayşe Teyzeli, Persil Adamlı reklamlardan sonra temasıyla, farklılığıyla dikkat çekmeyi başardı. Özellikle son reklam filminde NBA' deki gururumuz olan Mehmet Okur seçimini, küçüklüğünü ve annesiyle olan muhabbetinin samimiyetini kendi adıma çok başarılı buldum diyebilirim. Kutluyorum...


- AKBANK' ın 'Cep Telefonu Bankacılığı' sektör için bir yenilikti. Bunu müşteri adaylarına iyi bir tanıtımla sunması gerekiyordu. Reklam filminde fıkralardan bildiğimiz Amerikalı, Japon ve bizim Türk bir trende bir araya geliyorlar. Bu tren oldukça modern ve yüksek teknolojiden nasibini almış bir tren. Henüz Türkiye' de rastlayamasak da 21. yüzyıla yakışır bir ortam oluşturmayı başarmışlar. Bu görüntüler 20 dakikada kredi cevabı almamızı gözümüzde büyütüyor ve merak uyandırıyor.Yalnız; reklamda da bahsedildiği gibi vatandaşlık numarasını girerek bu hizmetten yararlanabiliyorsunuz. Filmin sonunda Japon’un verdiği cevap beni düşündürdü. Vatandaşlık numarası olmadığı için herhangi bir cevap veremiyor ve hizmetten faydalanamıyor. Bu durumda buradan anladığım Türk vatandaşı olmayanlar bu bankacılık hizmetinden yararlanamayacak mı? Bu da bir dezavantaj değil midir? Merak ediyorum...


- ÜLKER' in gofretli çikolata reklamında bir yatakhanede bir çocuk ' Aranızda Ülker gofretli çikolata sevmeyen yok mu?' diye bağırdığında ses gelmiyor. Demek ki herkes seviyor diye düşünüyoruz. Bu arada yatakhanede diğer çocuklar uyuyor. Reklamın sonunda ise seslendirmeyi yapan kişi tok sesiyle ' Aranızda Ülker gofretli çikolata sevmeyen var mı?' dediğinde ise yine ses çıkmıyor. Bir kopukluk söz konusu değil midir? Ülker’in gofretli çikolatası seviliyor mu, sevilmiyor mu? Ben hâlâ çözemedim…


- SEAT LEON ' un İngilizce reklamı çok tartışılmıştı. Şimdi de DACIA LOGAN DIZEL' in Fransızca reklamı oynuyor televizyonlarda. Buna ne diyeceksiniz..? Bu gidişle sırasıyla tüm dilleri görecek miyiz sektörde? (Açıkçası benim hoşuma gitti; ama Türkçe'nin olmadığı bir reklam filmi her şeye rağmen içime sinmiyor.)


- KENT' in 'Siz neredeyseniz bayram orda. Bayram nerdeyse biz oradayız.' sloganlı reklam filmi her ne kadar kurban bayramı öncesi de olsa şeker aldırtacak gibi duruyor. Görüntü kalitesi harika, slogan harika. Ajansının ellerine sağlık!

Prebiyotik Ailesi ve Katmanlı Hedef Kitle

Soru:
Mevsim değişimlerinde
hasta düşmemek için
ne yapmak lazım..?


- Cuma, cumartesi, pazar, pazartesi, salı, salırtesi, çarşamba!
Haftanın 9 günü prebiyotik içilecek dedim, dinlemedin…

diyen kuklanın söylediklerine dikkat ettiniz mi..? Kuklaların vücut hareketleri, sesleri bile eğlendirmeye yeterken üzerine katılan saf espriler reklam filmine ayrı bir tat katıyor.

Haftanın 7 günü içilmesi-yenilmesi gereken
3 çeşit sütü ve 4 çeşit yoğurdu anlatan reklam filminin
Pınar’la çok uyumlu olduğunu düşünüyorum.

Çelik Arçelik’i, Vadalar da Worldcard’ı sırtlamaya devam ediyor.
Bakalım Murrun, Beyin, Kemik ve Baarsak’tan oluşan ‘Prebiyotik Ailesi’
Pınar’ı ne zamana kadar sırtlayacak?

Sloganı da harika!

Her gün
mutlaka
bir tanesi!


Alametifarika Ajans Başkan Yardımcısı Oğuz Savaşan, Marketing Türkiye’deki röportajında reklam kampanyasının başarısını katmanlı mizaha bağlıyor ve şöyle diyor:

‘İki yaşındaki bir çocuk gördüğü renkli bir şeye veya hareketli bir objeye gülüyor.Beş yaşındaki çocuk ise hareketlere gülmeye başlıyor. İlkokul çağındaki çocuk ise esprileri ve durum komedilerini anlamaya başlıyor.Yetişkin insanlar ise üstü kapalı şakaları, kara mizahı ya da soyut esprileri anlayabiliyor.Örneğin ‘satacağım ben bu vücudu, Bodrum’a yerleşeceğim’ esprisini küçük çocuklar anlamıyor.Bu büyüklerin hayali olduğu için büyüklere hitap ediyor.Biz de katmanlı mizahı kullanarak geniş bir alana seslendik.’


Katmanlı mizah ifadesi gerçekten doğru. Çeşitli yaş gruplarına birlikte verilmek istenen mesajlar yerlerine ulaşacak mı bilemem; ancak uygulama oldukça başarılı.

Benim aklıma ise katmanlı hedef kitle ifadesini getirdi.

Tüketicilerin yaş gruplarının ve sosyo-ekonomik statülerinin oluşturduğu hedef kitle tanımlarını da artık katmanlamanın zamanı gelmedi mi..?

FORTIS'Lİ HAYAT

Artık hayatımızın bankası Fortis mi olacak..?

12 Aralık 1990 günü Hollanda'da AMEV/VSB ile Belçika'daki AG Group’un Avrupa' nın en büyük finans kuruluşunu oluşturmak üzere bir antlaşma imzalayarak kurdukları FORTIS, Dışbank' ın yüzde 89.3 hissesini 880.02 milyon avroya alarak Türk finans sektörüne girdi.

İngiliz bankası HSBC gibi FORTIS de isminin yanında banka ifadesini kullanmıyor.
Bankanın ismi Latince ‘sağlam, güçlü, kararlı’ anlamına gelen fortis’ ten geliyor.
Fortis İcra Kurulu Başkanı Jean-Paul Votron bankanın isminin değişip değişmeyeceği şeklindeki bir soruya: ‘Dışbank’ ı dünyaya açıyoruz. Fortis, 53 ülkede var. Felsefemiz şu; bir marka etrafında olunmalı. O zaman o marka için uluslararası alanda reklam yapabilir, uluslararası ve yerel medyayı kullanabilirsiniz. Tek bir kimlik etrafında dünyayı bağlayabilir, ürünlerinizi sunabilirsiniz. Bugün Türkiye'de Fortis, düne göre daha iyi tanınıyor. Fortis'i insanların tanıyacağı bir marka haline getireceğiz.’ yanıtını verdi.

Votron; uluslararası alanda reklam derken yurtdışında yapılan reklamın Türkiye'de de aynen yayınlanacağını mı kastediyor acaba? Çekilen ilk TV reklamı yöresellik kokuyor. İlk etapta logosunun renkliliğini ve bankanın dinamikliğini tanıtmak amaçlı olsa gerek; gökyüzünden yağan logo parçacıkları ve onları yakalamaya çalışan insanları görüyoruz. Müzikle uyumlu bir halde seyreden reklam filmi biraz uzun kaçmış ama; verdiği mesaja bakılırsa Türkiye’ ye iddialı bir giriş yaparak hayatımızın bankası olma yolunda ilerliyor. İlk adımını Türkiye kupasına sponsor olarak atmış bulunuyor.

Uluslararası açıklamaya göre; ‘Şirket logosunun tasarımı bir hava fotoğrafına dayanmakta. Manzaralar, kentler ve kasabalar farklıdır; ancak havadan bakınca hepsi aynı görünür; bu nedenle sembolümüz, bir Fortis şirketinin faaliyet gösterdiği herhangi bir topluluğu temsil eder. Görüntü capcanlı, güçlü ve yenilikçidir; Fortis logosuna duygu katar. Dahasi Fortis dünyasının farklılığını, sunduğu hizmetin çeşitliliğini yansıtır.’ deniyor.

Tartışılan logodan bahsedersek; şirketin logosu çok boyutluluğu ve renkliliğiyle dikkat çekiyor. Uzaktan bakıldığında renkli; fakat silik bir karo görünümünde olan logo, yakından bakıldığında yap-bozu andırıyor. Rengarenk ve canlı duruyor. Güven verip vermediği tartışılır. Güven sağlayan logoların güven verici olması logonun sağlamlığından mı; yoksa bankanın sağlamlığından mı gelir? Ne bir bankayı logo kurtarabilir, ne de bir logo bir bankaya o güveni sağlayabilir. Sadece ayakta durduğu sürece yardım eder. Batan bankaların logoları başarısız olduğu için mi temsil ettikleri bankaları kısa sürede batırdılar? O yüzden her şeyden önce logo; dikkat çekmeli, kimliği yansıtmalı ve iyi bir his uyandırmalıdır. Bence Fortis bunu başarıyor. Her biri farklı anlamlara gelebilecek renkli şekillerden ileride daha yaratıcı fikirler çıkabilir. Sitesindeki fortis oyunları bunun başlangıcı olabilir.

Finans sektöründe bir güç elde ettiği aşikâr; fakat hayatımızın bankası olacak mı bilemem. Bunu hep birlikte zamanla göreceğiz. Şimdilik yorum yapmak erken.

REKLAM İKONLARI

Küreselleşen dünyada kimi markalar tüketicilerin gözünde bilinirliklerini artırmak, hafızalara yerleşmek ve kendilerine bir kimlik giydirmek amacıyla çeşitli ikonlar yaratarak bunları reklamlarının temeline yerleştiriyorlar. Bu marka elçilerinden Marlboro’nun kovboyunu, McDonals’ın Ronald’ını, Energizer’ın pembe tavşanını, Michelin’in tombul figürünü bilmeyen insan sayısı yok denecek kadar azdır.

Gün geçtikçe daha popüler olmayı başaran bu ikonlar, postmodern toplumda yerini almasını bilerek markalarıyla birlikte ayakta kalmayı başardılar. Yirminci yüzyılın bu büyük reklam ikonları markalarına çok şey kattılar. McDonald’s’ ın dünyadaki en güçlü fast-food ağına sahip olmasının altında Ronald McDonald’s yatar. Marlboro’ nun Amerikan kovboyu sayesinde satışlarında patlama yaşanmıştır. Dünyanın en eski ve sağlam ikonlarından biri olan Michelin adamı 150’den fazla ülkede Michelin’i temsil etmektedir.

Türkiye’de son yıllarda markaların bu yollarla yaptıkları iletişim çalışmalarına göz atarsak; Arçelik’in robot Çelik’i, Turkcell’in salyangozu, Danone’nin Dino’su, Aymar’ın yağ damlası, Worldcard’ın mor renkli Vada’ları, Ülker’in Golf’ü, Algida Max’ın aslanı, Nestle’nin Nesquik tavşanı markalarına destek olmak için seferber oldular. Şimdilik çok uzun bir geçmişleri olmasa da markalarını sırtlamak için ellerinden geleni yapıyorlar..

LEO BURNETT

'Reklam dediğin basit olmalı, hatırlanır olmalı, davetkâr olmalı ve keyif vermeli.'

Reklamcılık sektöründe ismi en çok ikonlarıyla hatırlanacak olan reklam ustası Leo Burnett’ in bizzat kendisinin yatattığı üç ikonu (Marlboro adamı, Jolly Green Giant ve Kaplan Tony) ‘Adverting Age’ dergisinin yüzyılın en büyük 10 reklam ikonu başlıklı listesine girmeyi başardı.

Görselliğin gücüne olan inancını hiç kaybetmeyen Leo Burnett; unutulmayan ikonlarını yaratmak için yıllardır insanların hafızalarına kazınmış kültürel işaretlerden ve kavramlardan yararlanmıştır. İnsanlara vereceği mesajları tarihte, halk kültüründe ve mitolojide arayarak başarıya ulaşmıştır.

Daha sonraki yıllarda reklam ajansının ikon yaratma konusunda başarısını gören markalardan Pillsbury için elliden fazla ürününün reklamlarında kullanılan Dougboy, Starkist için Ton Balığı Charlie ve ABD Ulaştırma Bakanlığı için Vince ve Larry ikonları yaratıldı.

IKEA FARKI / FİYATI

Yuvaları hazırlayın, yeni kataloglar geliyor.

İstanbul' a geldik geliyoruz derken ilk 6 ayını geride bırakan IKEA, başarılı pazarlama anlayışıyla gittikçe daha çok ilgi çekmeyi başarıyor. Kullanışlı mobilya ve ev aksesuarlarını düşük fiyatla tüketicilere sunmasıyla daha fazla talep gören şirketin reklamlarını da çevremizde; bilhassa otobüs duraklarında bolca görmekteyiz.

Ancak bana göre izledikleri stratejilerden en önemlilerinden birisi kapı kapı dolaşıp kendine has torbası olan renkli ve bol sayfalı kataloglarını (2. katalogları) dairelere bizzat bırakmalarıdır. Sürekli yenilenen kreasyonlarını (özellikle ürün fiyatlarını) tüketiciye anında ulaştırabiliyorlar. Böylece; tüketiciler de o süre içinde değişmeyen fiyatlara göre gelirini ayarlayabiliyor.

Katalogda dikkatimi çeken bazı ürün tanıtım ifadelerini sizlere de aktarmak istiyorum:

- Evinizde daha iyi bir yaşam yaratmanın yolları!
- Rüyanın adı: daha iyi günlük yaşam.
- Oturma odanıza hayat katın-çocuklara yer açın.
- Dar alanda yaratıcı paslaşmalar!
- Uyumlu kumaşlarla hayatınıza yeni renkler katın.
- Başından iyi bir tasarruf, sonunda size tasarruf ettirir.
- 20 dakika çalışın, 20 yıl dinlenin.
- Dağınıklığı azaltın, ailenize daha çok yer açın.
- Eviniz kaç metrekare olursa olsun, siz rahat yaşayın.
- Yatak odanızda büyük farklar yaratacak küçük ayrıntılar!
- Herkes uyumak için niye sultan yataklarını tercih ediyor?
- Yoğun trafikli bir banyoyu güzel ve düzenli tutabilmek için...
- Rahat olun. Bırakın çocuklar oyuna dalsın!
- Oturma odasının tam ortasında çalışma odası olur mu? Olur, hem de çok güzel olur.
- Bütçenizi aşmadan hayatınızı düzenleyin.
- Yemekler ve mutlu anılar için doğru atmosferi yaratın.
- Kaça aldığınızı söyleyince, misafirlerinizin yüzündeki ifadeye bakın!
- Yemek yaparken size yardım etmeyi seven dört ayaklı dostunuzla tanışın.
- Yeni IKEA mutfağınız, beklentilerinizi karşılamak için çalışacak.


Sloganlarında ürünlerinin özellikle ucuzluklarını ve işe yararlılıklarını ön plana çıkararak tasarımlarını canlandırma yoluna gitmişler. Çok da iyi bir yol seçmişler. Sektöre yurtdışından giren köklü bir firma için oldukça başarılı ve akılda kalıcı.

Bu katalog beni IKEA' ya götürür. Siz ne düşünürsünüz..?

REKLAMDA YARATICILIK

Bill Bernbach imzalı Avis ilanı ile Marka imzalı Atlas jet ilanı arasındaki aşırı benzerlik reklamcılar arasında büyük tartışma yaratırken; bu durum reklam sektörünün geleceği için yaratıcılık açısından endişe yarattı.

Bir yandan reklam eserlerinin ‘ fikir ve sanat eserleri kanunu ’(FSEK) kapsamında değerlendirilmesi gündeme gelirken, diğer yandan hayata geçirilen eserlerin ‘ fikri haklar kanunu(FHK) ’na göre değerlendirilmesi gerektiği ve zaten koruma altında olduğundan tescile gerek olmadığından bahsedildi. Esere imzasını atan kişinin vefatından sonra eserin hakları çocuklarına veya en yakın akrabasına geçiyor ve ölümünün üzerinden 70 yıl geçene kadar anonim sayılamıyor.

Bu durumda hayattaysa sloganın yaratıcısı; değilse varisleri tazminat davası açabiliyorlar. En azından düzenlenmiş olan bu kanunlar sayesinde reklamcı adayları yaratıcılığa daha iyi teşvik edilebilir. Çalıntı ya da esinlenilmiş reklamlar, her ne kadar ticari bakımdan başarılı sayılsa da; reklamcılık sektörüne kattığı değer açısından etik bulunmuyor ve yeni fikirlerin önünü kestiği için yaratıcılığa darbe vuruyor.

BILL BERNBACH

'Dikkat çekecek bir fikrim var: Gelin doğruyu söyleyelim.'

Yaratıcıların ve yaratıcı fikirlerin her zaman savunucusu olan Bernbach farklı bir bakış açısıyla reklamcılığı adeta bir sanat ve meslek dalına çevirmiştir. Eşsiz yeteneğiyle reklamcılığı algılama biçimini radikal kararlarıyla değiştirerek araştırmalara ve formüllere bağlı kalmadan ses getiren çok sayıda reklama imza atmıştır.

William Bill Bernbach yaratıcılık üzerine şöyle der:

‘ Mantık ve aşırı analiz bir fikri hareketsiz ve steril hale getirir.

Yaratıcı fikir aşk gibidir, ne kadar çok analiz ederseniz, o kadar hızlı yok olur.’


Bugün için reklamcılık tarihinin en özgün işlerinden biri olarak kabul edilen Avis reklamlarında Bernbach; reklamcılıkta o güne kadar yerleşmiş kurallara karşı gelerek hizmet verdiği markanın ihtiyaçlarına uygun olarak hareket edince, bu samimi ve kendinden emin logosuz Avis reklamı ortaya çıkmıştı. Bernbach yaratıcılık devriminin öncüsü kabul ediliyor ve bir uğraşı, bir meslek haline getiren kahraman olarak hatırlanıyor.
 
Clicky Web Analytics