Ağustos 23, 2007

Baba, ben “reklamcı“ mıyım?

Diş ve/veya dişeti rahatsızlığı çekmeden, altı ayda ya da yılda bir dişlerinin periyodik bakımını yaptırmayıp günaşırı fön çektirmeye, ayda iki kez de dip boya için "coiffeure"ün yolunu tutan "reklamcı" bayanlar ve de metroseksüelliğin gereklerini bihakkın yerine getiren "peeling" müdavimi, solaryum abonesi "reklamcı" baylar!

Siz hiç ağrıyan dişinizin tedavisi için gittiğiniz "diş hekimi"ne kazara "dişçi" hitabını kullandığınızda, "dişçi"nizin yüzünün aldığı şekle dikkatlice baktınız mı? Hoşgörülü bir hekime rast geldiyseniz, size net bir tepki vermeyecektir; ama sapla samanın karıştırıldığı bir cehenneme dönen memleketimizdeki bu kavram kargaşasına dûçar olmuş, bundan bıkmış hassas bir bünyeye rast geldiyseniz, tepkisini dişlerini gıcırdatmadan nazikçe gösterecektir: "Hayır, dişçi değil; diş hekimi..."

"Reklam-cı" sözcüğüne getirilen yapım eki, "isimden isim yapan ek"tir. Bir ismin köküne veya gövdesine eklenerek yeni bir isim gövdesi oluşturan eklere bu ad verilir. Çay-cı, simit-çi, balon-cu, değnek-çi gibi...
Bereketli bir "geyik" malzemesidir, reklam sektöründe iştigal eden yazar-çizer takımının ürettiği işler neticesinde mesleki etiketlenme noktasındaki belirsizlik...

Bilindiği gibi hormonlu karpuz kabukları, çeşitli sebzenin ve de meyvenin, farklı ebattaki pet şişelerin ahenkle dans ettiği denizlerimize avdet eyledi.
Bu dönem, staj dönemidir de... İletişim fakültelerinin son sınıf talebeleri; sektörde parlayan, ses getiren işlere imza atan havalı mı havalı, afili, alafranga isimli "ecnebi" ajanslara staj yemeye akarlar kalpleri pır pır ederek...Hepsinin kalbi bedenlerine iki numara büyük gelir! Hele staja kabul edildikleri ajansa adım attıkları o ilk gün... Unutulmaz...Renkli çıktının yazıcıdan alınması ve işe müdahil olan “kreatif ekip”e söz konusu işin teker teker gösterilip onaylanmasını takiben, elli adet A4'ün arkalı önlü fotokopisinin alınmasıyla, bu sefer de beyinleri kafataslarına iki beden büyük gelecektir!

Yazdıkları ilk "metin"in, ilk "başlık"ın, ilk "senaryo"nun alkışlarla olmasa da, "vay hocam, hiç fena değil" cümlesine benzer takdir yelpazeleriyle karşılanıp serinlemek ister "copy writer" aday adaylarının fokur fokur kaynayan yüreği..."Sanat yönetmeni" aday adayları da akademik sağanak altında kalan beyinlerinin, ajans içindeki grafiksel dört mevsimin bir dakika içinde yaşanması karşısında şemsiyesini bir meyve kokteyli için kullanacağına hükmedebilir! Çok kısa sürede başka bir işe yaramadığını görmüştür çünkü!

Getir-götür olarak adlandırılan işlerin eline tutuşturulmasıyla da iş hayatının sert yumruğu, pembeleşmiş hayalleri un ufak etmeye yeter de artar bile... Oysa ki, getir-götür olarak adlandırılan en kıytırık iş bile ajans gerçeğini sindirmek, özümsemek, öğrenmek için çok hayati anlamlar taşır. Stajyerlerin verilen işin niteliğine aldırmadan, yüksünme kelimesini dağarcıklarından kazımaları, staj yaptıkları ajansta kadrolu olmalarının da önünü açabilir oysa.
Sahne tozu yutmak, olarak bilinen tiyatroculuk deyiminin, ajans tozu toprağı yemek, biçimine dönüşmesi ve bundan tat alınması, gelecek projelerinin temelini kişisel deprem yönetmeliklerine uygun hale getirebilir.

Zurna zırtlamak üzere!... Bu satırların yazarı "reklamcı" değildir. Çünkü o, "kreatif ekip" üyesi değildir. Bu "reklamcı" olmama hali "kreatif" ekipte olmayış kaynaklıdır, o kadar. Yoksa tabii ki "reklamcı"dır"!
"Reklam işinde çalışan" biridir. Bundan da çok mes'uddur. İrfan Külyutmaz (alias) gibi ben de, "mutluyum" terkibini pek sevemedim. Merhum Ref'i Cevad Ulunay'a bir radyo programında, "mutlu musunuz" sorusu tevcih edilince; "Hayır, İstanbulluyum." cevabını verdiğini nakleder İrfan Külyutmaz beyefendi. Hilmi Yavuz üstadımız da kendilerinden telezzüz ederler antr parantez... Reklamcı" olmadığım, "reklam işinde çalışan" biri olduğum için kısa, ekonomik yazmak gibi bir frenleme sistemim yok. Buraya kadar okuyanlar durumu anlamıştır zaten. Unutmadan, Hüseyin Zurna'yı bileniniz ise çoktur umarım! Çetin Altan üstadımız çok muhabbet etmiştir kendileriyle!

"Reklam işinde çalışan" ile "reklamcı" ayrımı noktasındaki ezberi bozmaya yönelik atılmış bir fiskedir bu yazı.
Çok sık yapmadığımız bir eylemi yapmaya çağrıdır da aynı zamanda: Analiz-sentez salıncağında fikir geliştirmek...
Redaktör kim midir? O bir, son ütücüdür! O bir, "text remayözcüsü"dür! O bir, kelime, cümle hafiyesidir!
Sorum şudur: Reklam sektörünün bu "sine qua non" neferlerinin kadri kıymeti ne kadar biliniyor; daha doğrusu biliniyor mu?
Redaktörlerin mâkus talihi "kreatif ekip"e direkt dahil ol(a)mayışlarıdır eşyaın tabiatı gereği. Onlar "görünmez"dir.
Redaktörler bir bakıma imaj danışmanıdır da… Simsiyah takım elbisenin altındaki gıcır gıcır bağcıklı ayakkabının içine bir çift beyaz çorap giymiş kişinin/markanın itibarı/imajı/konumu kaç paralıktır?
Redaktörler, kostüme uygun detayların düzenleyicisi, mütemmim cüz danışmanlarıdır. Özlü sözler sektörünün en çok bilinen “motto”suyla: Şeytan ayrıntıda gizlidir. Redaktör taifesi, bu şeytanı kulağından tutup ehlileştirmekte oldukça mahirdir; değilse olmalıdır.

Redaksiyon; düzeltme, son okuma, standart sağlama gibi merhalelerle iç içe geçer. İşin niteliğine ve niceliğine göre kapsamı daralır, genişler. Redaksiyon, anlam ve bilgi kontrolü/düzeltmesi alanlarının arasında durur.
Adam Smith'in ruhunu şad ede ede, "görünmez el" teorisine uzanır redaktör; ifade bozuklukları, anlam boşlukları, maddi hatalar, terminolojik tutarsızlıklar, standart dışı yazılışlar ve bağlaç ile edatın hâlâ ayırt edilememesi içinde...

Ajans çalışanlarının üst düzey yönetici/ler dışındaki “title” hiyerarşisi kabaca şöyledir: Art Direktör, Reklam/Metin Yazarı, Operatör. Mİ’yi ayırıyorum “kreatif” ekipten; o, başlı başına bir kategori çünkü. Redaktör ise tam anlamıyla “kamera arkası” pozisyonda. Kadının Adı Yok misali… Redaktörün Adı Yok, demekte sakınca yok!

Redaktörlüğün en berbat tarafı ise nankörlüğüdür. Yüzlerce “işi” düzeltip adam edersin, yerlerde sürünen cümlelerin tutarsın elinden ayağa kaldırırsın; ama ah o “göz tamamlaması” yok mu!...Krık satrıtlık inaldaki krık katrılık hamalılığmızı nsaıl da bir çırıpda sırıflıyor görüdnüz deiğl mi?
“Kızgın kumlardan serin sulara atlamak” gibidir farklı müşterilere farklı “dil konsepti” bakımdan hizmet sunmak. Geceler musibet ve belâyı örter, dese de Mevlâna, bazı netâmeli “işler” olabilir her ajansta/kurumda.
İki satırlık metinde bile bir harf kaçar ötenize berinize… İşimiz gereği "başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol”mak ana ilkemizdir pek tabii.

Staj sezonu hasebiyle naçizane tavsiyelerim olacak: Memleketin vasatiyet cumhuriyeti havalarından bunalmış bir redaktör olarak, Fuzuli'yi tanımayan bir "metin yazarı"nın çok acil bu eksiğini kapaması gerekir. Tasavvuf kültürünün içyüzüne vakıf olabilmek metin yazımı esnasında akla hayale gelmedik “algı kapıları”nı aralayabilir.

Hayâli bilinsin demiyorum, Fuzuli yahu! Kişisel gelişim kitaplarının "romanesk" haline bürünmüş "yüreğinin sürüklediği yerden hoplat beni" tercüme eserleriyle hayatın kabuğunu çatlatamaz stajyer “copy writer”lar...
Barak Baba'yı, Novalis'i, Yahya Kemal’i Adorno'yu, Nerval'i, Turgut Uyar'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yutmayan bir zihnin maraton koşması mümkün olamaz.
Özellikle “reklam yazarları”nın dilimizin yazım kurallarını ıskalamadan, hassasiyetle kullanmalarının altını çizmek istiyorum.
Üşengeçlik, tembellik, rahatı bozmamak “trendy” olsa da, modalar gelip geçicidir, unutmamalı.
"Art" olmak isteyen stajyerlerin de, "aşk olmadan meşk olmaz" düsturuyla deneyimli "art"ların "art"istik hamle, dokunuş ve pratik içinde uzmanlık elde etmiş anlık kıvrak mouse darbelerini yalayıp yutmaları kaygan zeminlerde ayakta kalmalarını sağlayacaktır bir nebze.

“Absurd” hayatımıza bir tebessüm getirmesi umuduyla otobiyografik bir “redaktör” tanımıyla son veriyorum serbest düşüş yazıma. Buyrunuz: Hayata hafta içi sabah saat 06.00'da başlayan, çoğunlukla planlar yapamayıp, planlara uymak zorunda olan, "kreativite" ile reklamverenin "kıroatifliği" arasında denge sağlamaya çalışıp espaslarla paspas, üslûp ve kelime "redakte"lerinde de "yazar"larla papaz olan, baskı-prova nöbetlerini lahmacun-ayran-künefe üçlüsüyle eda eyleyen, peş peşe gelen revizyonlarla gözleri kan çanağına nazîre yapan, "acele oku!", "acele okur musun?" gibi sürrealist isteklere muhatap kalarak ilan-broşür-föy-kılavuz-etiketler-bilançolar içinde "atlamışım" kurbanı olmaya müsait, doksan dakika içindeki kurtarışlarının göz ardı edilip, "uzatmalarda" yediği golün hesabı sorulan, kadri kıymeti kampanya zamanlarında anlaşılan ve dahi varlığı ve de yaptığı işin boyutları “görülmeyen”, bir harf eksiğini/fazlasını fark edememesinin grubu ve dolayısıyla ajansı nasıl şapa oturtacağının farkında olunan, ayaklı İmla Kılavuzu muamelesine mâruz kalıp bağımsız federe halde ve kendi halinde bilumum kılavuzlar-sözlükler-kitaplar arasında yaşayıp giden, zaman zaman da marka temsilcileri tarafından muhtelif bisküvi, çikolata ve kuruyemişle ödüllendirilen, potansiyel disleksik ve aerobik solunum yapan yalnızlığın yasadışı örgüt lideri.”

Beyazdan daha beyaz yıkadığı, hatta, süper, ultra beyaz ötesi (!) yıkadığı iddiasıyla hipermarket raflarına konumlandırılan deterjanı, tüketici Ayşe Hanım'a aldırmaya çalışan "yazar"ın ekonomik ve "al"benili "text" yazabilme cenderesinde yaşadığı bunalımı yaşamadığım anlaşılmıştır sanırım!
Nankör yazmıştım ya… Farsça nan, “ekmek”; “kur” da kör… Nankur; yani, kör ekmek… Emeklerimiz körelmesin, redaktörler ekmek de yiyebilsinler!


Adnan Algın

Kaynak: Marketing Türkiye
 
Clicky Web Analytics