Ağustos 30, 2007

günün (s)özü 190

Durmak ölüm, taklit uşaklıktır. Çalışmak ve ilerlemek ise hayat ve özgürlüktür.

Rauch

Ağustos 29, 2007

Uykusuz


Haftalık Mizah Dergisi Uykusuz Kadrosu

Yiğit Özgür
Umut Sarıkaya
Ersin Karabulut
Uğur Gürsoy
Ender Yıldızhan
Vedat Özdemiroğlu
Yılmaz Aslantürk
Memo Tembelçizer
Engin Günaydın
Barış Uygur
Deniz Ensari
Yavuz Öztürk
Fırat Budacı
Oky

4 Renkli Kişilik

''İnsan Tanıma Kılavuzu'' isimli kitaba göre kişiliğin kırmızı, beyaz, pembe ve mor olmak üzere 4 rengi bulunuyor.

Yazar-yönetim ve iletişim danışmanı Murat Toktamışoğlu ile yazar-iletişim danışmanı Cengiz Alkış tarafından kaleme alınan ve ''insan sarrafı'' olunması için gerekli kişilik renkleri, yüzün anlamı ve beden hareketlerine ilişkin bilgilere yer verilen ''İnsan Tanıma Kılavuzu'' adlı kitapta, kişiliğin 4 rengi ''popüler pembe'', ''mükemmel mor'', ''güçlü kırmızılar'', ''soğukkanlı beyazlar'' olarak tanımlanıyor. Kitapta, renklere göre kişiliklerin genel özellikleri şöyle sıralanıyor:

Pembe
Dışa dönük, konuşkan, iyimser, enerjik, neşe kaynağı insanlardır. Yalnız olmaktan, yalnız kalmaktan, sessizlikten hoşlanmazlar. Heyecanlı, tutkulu, coşkulu konuştukları ve çevrelerine enerji yaydıkları için lider yönleri vardır. Duygusaldırlar. Hobileri vardır. Kolay iletişim kurarlar. İçten ve sevecendirler.
Övülmeyi beklerler, övüldüklerinde motivasyonları artar, tersi durumlarda çabukmoralleri bozulur. Değişken ruh halleri vardır. Renkli giyinir, yüksekses tonu ile ve çok konuşurlar. Abartılı el kol hareketleri vardır. Sürekli hareket halinde olmaları ile dikkat çekerler. Meraklı kişilik yapıları vardır. Konuşurken konudan konuya atlayabilme yetenekleri üstseviyededir. İlgi alanları hızla değişebilir. Sürekli yaratıcı fikirleri vardır. Duygusal ve insancıl olmaları en önemli özelliklerinden. Örnek ünlüler: Adile Naşit, Barış Manço, Sadri Alışık, Sakıp Sabancı, Hıncal Uluç, Armağan Çağlayan.

Mor
Düzenli, planlı, idealist, çözümleyici, detaycı ve mükemmeliyetçidirler. Düsturları 'yaptığını en iyi şekilde yap'tır. Her şeyin doğru olmasını isterler. Kötümserdirler, olumsuzluklara çok odaklanırlar. Vücut hareketleri oldukça düzgündür. Oturmaları, kalkmaları ve yürüyüşleri ölçülüdür. Uyumlu ve düzgün giyinirler. Kararlarda en az risk alacak şekilde hareket etmeye çalışırlar. O nedenle yavaş karar verirler. Kendilerini güvende hissetmek isterler. Toplumsal olaylara yüksek duyarlılık gösterirler. Yardım kuruluşlarında gönüllü çalışırlar.
Sakin ve ilgilidirler. Çok bilir, çok dinlerler. Ne düşündüklerini belli etmez, soru sormaktan çekinmez ve daha az açıklama yaparlar. Detaylara önem verirler. Örnek ünlüler: Rahmi Koç, Erol Evgin, Hulki Cevizoğlu.

Kırmızı
Güç ve kontrol onlar için önemlidir. Hırslı, otoriter, kararlı, işkolik, girişimci, dinamik, coşkulu, dediğim dedikçi, agresif ve asabidirler. Mücadele ve liderlik ruhu taşırlar. Rekabet etmekten çekinmezler. Kolay vazgeçmezler. Kazanmayı ve birinci olmayı isterler.
Başkalarının dikkatini çekerler. Sosyal katılımı severler. Eğilimleri belirlerler. Yeni fikirleri ilk onlar uygular. Hızlı karar alırlar. Kararlarından kolay dönmezler. Lider olmak, tanınmak, takdir görmek isterler. Baskın kişilikleri vardır. Güçlü el sıkışır, sürekli göz teması kurarlar. İleri düzeyde sözel iletişime önem verirler.
Az dinler, yüksek sesle, hızlı ve vurgulayarak konuşurlar. Mimiklerini kullanırlar. Fonksiyonel elbiseleri tercih ederler. Sporla ilgilenmeyiseverler. Hızlı hareket ederler. Direkt konuya girmeyi tercih eder, konuşmalarında işaret parmaklarını kullanırlar. Bu özellik, son sözü kendilerinin söylemek ve hakimiyetlerini kabul ettirmek istemelerindendir. Doğru olma, mükemmel olma onlar için önemlidir. Stresli ve gergin oldukları zaman saldırgan olabilirler. Örnek ünlüler: Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal, Fatih Terim, Uğur Dündar, Kadir İnanır, Margaret Thatcher.

Beyaz
Sakin, telaşsız, çatışmayı sevmeyen, uzlaşmayı tercih edenyapıları vardır. Çok dikkat çekmekten rahatsız olduklarından, genelde koyu renk ve sıradan giyimi tercih ederler. Alçak sesle, yavaş konuşmayı severler. İyi bir dinleyicidirler. Bu nedenle sağlam dostlukkurarlar. Mütevazıdırlar. Değişime karşı dirençlidirler. İnce zeka ürünü esprileri vardır. Temel felsefeleri hayatla barışık yaşamaktır.
Az enerji ile iş yapmaya bayılırlar. Başkaları ile çalışmaktan mutluluk duyarlar. Ego çatışmalarına girmez, arka planda olmaktan rahatsızlık duymazlar. Güç arayışı içinde değillerdir. Yardım etmek için işlerini bırakırlar. İnsan odaklı, arkadaş ve dost canlısıdırlar.İnsanlarla güvene dayalı iletişim ve ilişki kurarlar. Empati yetenekleri yüksektir. Sizin duygularınıza karşı duyarlı bir gruptur. Güven verirler. Tutarlı ve güvenli kişilerdir. Örnek ünlüler: Bülent Ecevit, Yıldırım Akbulut, Ahmet San, Süleyman Saba, Gordon Milne, Lucescu''.

Pepsi mini cans



Yılın Girişimcisi

Ernst & Young Entrepreneur Of The Year - Ernst & Young Yılın Girişimcisi Ödülü, yaratıcılığı ve çalışkanlığı ile iş dünyasında büyük gelişme ve başarılara imza atan girişimcileri ödüllendirmek, dünya çapında girişimcilik ruhunu teşvik etmek amacıyla ortaya çıktı.

1986 yılında A.B.D.’de temeli atılan yarışma, halen dünyanın ilk ve tek en kapsamlı iş dünyası ödül programı olma özelliğine sahip. Dünya çapında 40 ülkede yaklaşık 125 farklı bölgeden katılımlarla her geçen yıl saygınlık ve itibarını artırmaktadır.

Geçmişte henüz yeni bir girişim aşamasındayken bu ödülü kazanan Dell Computer, Amazon.com, Starbucks, Sun Microsystems, Time Warner Telecom, America Online gibi şirketler de başarılarıyla “Ernst & Young Yılın Girişimcisi Ödülü”nün değerini kanıtlar hale geldiler.


Ernst & Young’ın dünya çapında 20 yıldır gerçekleştirdiği “World Entrepreneur Of The Year Dünya Yılı Girişimcisi” yarışmasının Türkiye ayağını oluşturan “Yılın Girişimcisi Yarışması” Türkiye’de ilk kez 2004 yılında Ernst & Young Türkiye ve Milliyet Gazetesi’nin işbirliğinde düzenlenmiştir.

“Yılın Girişimcisi Yarışması”nın çıtası her geçen yıl yükselmekte ve Türkiye çapında bilinirliliği artmaktadır. Yarışma, hem Türk kamuoyunda hem dünya kamuoyunda “Türk Girişimcisi”nin hak ettiği platforma taşınmasında önemli bir rol üstlenmeye başlamıştır.

Türkiye Erkek Profili

günün (s)özü 189

Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür.

Eflatun

Ağustos 28, 2007

8. Tespit

Nejat İşler & Roman Abramoviç


eNSTaNTaNeLeR 25

* Bildiğim tek şey haddim!

* Hafta sonu, iş başı...

* Prefabrikatör

* İstanbul seversayar

* Fikriyatkın

* Ağrısız el ense çekilir!

* Yağmur yağıyor, seller akmıyor.
Arap kızı canımı sıkıyor.

* Islı ada

Yağmur


Aylar sonra, İstanbul'da ilk kez toprak kokusu duymama sebebiyet vermiş, bereketin simgesi doğa olayı. Bardaktan boşanırcasına yağarken, İstanbul sokaklarındaki kiri ve pası ve sıcağın yollara kazıdığı o katı tabakayı da beraberinde götürüyor. Uzunca bir süre sonra, nefes aldığımı hissediyor, ciğerlerimi toprak kokusuyla dolduruyorum.

Yağmur İstanbul'a yakışıyor.


Teşekkürler nuage...

Kaynak: ekşisözlük

Hababam Sınıfı



günün [s]özü 188

Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur.

Hyman Rickover

Hikaye

Senin dudakların pembe, ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek, tut biraz.

Benim doğduğum köylerde ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim okşa biraz.

Benim doğduğum köylerde buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek savur biraz.

Benim doğduğum köylerde şimal rüzgarları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır öp biraz.

Benim doğduğum köyleri akşamları eşkiyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem konuş biraz.

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin.
Benim doğduğum köyler de güzeldi.
Sen de anlat doğduğun yerleri
Anlat biraz.

Cahit Külebi

Ağustos 27, 2007

Pazarlamanın 7edileri

7PÜretici yönünden

1- Product (Ürün)
2- Price (Fiyat)
3- Place (Yer)
4- Promotion (Tutundurma)
5- People (Hedef Kitle)
6- Process (Süreç)
7- Physical Evidence ( Fiziksel Belirti, Kanıt)

7CTüketici yönünden

1- Customer Value (Tüketiciye değer katan şey)
2- Cost (Maliyet)
3- Convenience ( Erişilebilirlilik)
4- Communication (İletişim)
5- Consideration (Değer verilme)
6- Coordination (Koordinasyon-Süreç)
7- Confirmation (Onaylama-Teyid)


Kaynak : Ercan Kaşıkçı–Paramosyenel Pazarlama

İğrenç İş

günün [s]özü 187

İnsanları kitaplar gibi düşünün ve kapaklarına bakıp aldanmayın. Okumaya başlayınca değerini anlarsınız.

Bir Reklamcının Gaz Sancıları

Eskiden, film işiyle bir noktadan bağlantısı olanlar, "Ben sinemacıyım" diyerek kız tavlarlardı (Eskiden, oyuncular ve asistan kızlar dışında, sinemacılık erkek mesleğiydi). Genelde asistanına aşık olan, orta yaş bunalımlı yönetmenlerle sık sık karşılaşırdınız. Artık, insanlar, "Ben reklamcıyım" diyerek hava atıyorlar. Son yıllarda reklamcı olmak o kadar popüler hale getirildi ki, bir zamanların bunalımlı yönetmen filmlerinin yerini herhalde bunalımlı reklamcı filmleri alacak. Artık, ulusal yayınlarda, reklamcılık mesleği veya magaziniyle ilgili programlar yapılıyor. Efendim, şu reklamcımızın Amerikalı eşi ile arası açılmış; ama bu yalanlanmış, falan filan. Eskiden, sinema oyuncularının, daha sonraları TV sunucularının özel yaşamlarıyla ilgilenilirken, şimdilerde reklamcıların yaptıkları ilgi çekiyor. Peki, bunun nedeni ne? Reklamcılık parlayan meslek mi, yoksa insanlara hayallerini gerçekleştirmeyi vaat eden bir Polyannacılık oyunu mu?

Bazen TV kanallarında rastlıyorum; bazı reklam çalışanları, röportaj veriyorlar. Tipler, sokakta rastlayacağınız türden değil. Bu, hem üst düzey yönetici takımı için, hem de daha alt kademeler için geçerli. Konuşmaları da değişik. Tuhaf bir vurguları var, sanki kendi lehçelerini oluşturmuşlar. Kelimeleri yayarak konuşuyorlar. Hayatın anlamını çözmüş ve bir üst boyuta atlamışçasına rahatlar, aynı zamanda rahatsızlar. Çünkü bu rahat tavırlar, karşısındaki insana huzur vermiyor, aksine huzursuz ediyor. Acaba onun bu rahatlığına ben neden ulaşamadım, diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz. Ülkenin durumu ortada. Tüm piyasalar gibi reklam piyasası da küçülme yaşadı. Hem de ne küçülme. Basın sektöründeki işten çıkarmalar, reklam sektöründe de yaşandı; ama pek fazla duyulmadı.

Bütün bunlar olurken, bazı firmalar çok büyük kampanyalar yapmaya devam ediyor. Bu, reklam sektörü açısından iyi bir şey de, benim yadırgadığım bir yanı var. Mesela, finans sektöründen bir şirketin reklam çekimi için, yurtdışından iyi paralar ödenerek bir oyuncu getiriliyor. Bu paraların ödenmesi, yaratıcı bir çalışma yapmak adına. Çıkan ürüne baktığınızda, biraz Matrix, biraz da Yamakasi adlı filmlerden esinlenerek yapılmış bir türev. Acaba yaratıcı çalışma için yüksek meblağlar veya yurtdışı kaynaklar mı gerekiyor? Ya da tersinden söyleyeyim; çok para harcadığımızda, bu iyi reklam mı oluyor? Bu reklamdan sonra o kuruluşun üye sayısında artış mı sağlanıyor?

Burada söylemeye çalıştığım şey şu; ülke bu durumda iken, yurtiçi kaynaklarla yaratıcı çözümler üretmemiz daha doğru değil mi? Neden hâlâ savurganlığa devam etmekte ısrarlıyız? Mesleğimiz reklamcılık olduğunda, savurganlık bize tanınan doğal bir hak mı oluyor? Böyle düşünülüyorsa, gerçekten yazık. Mesela turizm anlayışımızda da aynı şeyi görüyorum. Seksenli yıllara kadar yurtdışını görmek, yaşamımızda bir öncelik taşımamasına karşın, şu anda birçok kişi yurtdışı turlarını tercih ediyor. "Vallahi, daha ucuza geliyor" diye de bir geyik var. Bir Paris'e, Madrid'e veya Bahama Adaları'na gitmek, nasıl daha ucuz oluyor, gerçekten anlayamıyorum. Türkiye, turistik açıdan zengin bir ülke. Kayak yapabiliyor, denize girebiliyor, isterseniz dağa tırmanıyorsunuz. Yurtdışından insanlar buraya tatil yapmaya geliyor; ama biz tatilimizi yurtdışında geçirmeyi daha makul görüyor, yurtdışına çıkmamış birilerini görünce neredeyse ayıplıyoruz.

Anlamamız gereken şey, biz üç beş milyar döviz için IMF kapılarında sürünüyoruz. Artık, kimse Türkiye'ye borç vermek istemiyor. Dövizimiz bu kadar değerliyken, biz hâlâ neden yurtdışına tatile gidiyoruz? Sadece Türkiye'de gösterilecek bir reklam filmi için, neden yurtdışından ciddi paralar ödeyerek oyuncu veya yönetmen getiriyoruz?

Son yıllarda dünya global bir köy oldu, sınırlar kalktı söylemine karşılık pratikte paramız başka ülkelerde geçmiyor; biz hâlâ döviz bulmaya çalışıyor, başka bir ülkeye gidebilmek için vize kuyruklarına giriyoruz. Global köy kavramı, Türkler için pek geçerli değil. Bu durumda, biraz kendi yağımızla kavrulsak daha iyi olacak gibi. Reklamcılığı, Türk reklam yönetmeni, Türk yazar, Türk oyuncu kullanarak da yapabiliriz. Hiç olmazsa şimdilik; krizi atlattıktan sonra, isterseniz hovardalığa devam edersiniz; ama bugünlerden de ders çıkarmak lazım. Olmayan parayı harcamamak lazım; sonra, arkamızdan gelenler, bizim borçlarımızı ödemek zorunda kalıyorlar.


Abdürrahim Sönmez

Erdal Ayakkabı Cilası

Atasözleri çelişirse...

1. 'Damlaya damlaya göl olur' / 'Taşıma suyla değirmen dönmez'

2.. 'İyi insan lafın üstüne gelir' / 'İti an çomağı hazırla'

3.. 'Bir elin nesi var iki elin sesi var' / 'Nerde çokluk orda ..kluk'

4.. 'Fazla mal göz çıkarmaz' / 'Azıcık aşım ağrısız başım'

5.. ' Kervan yolda düzelir' / ' Balık baştan kokar'

6.. 'Harama uçkur çözülmez' / 'Güzele bakmak sevaptır'

7.. 'Bülbülün çektiği dili belası' / 'Bilmemek ayıp değil sormamak ayıp'

8.. 'Eğri otur doğru söyle' / 'Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar'

9.. 'Düşenin dostu olmaz' / 'Dost kara günde belli olur'

10.. 'Erken kalkan yol alır ' / 'Acele işe şeytan karışır'

11.. 'Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır' / 'Lafla peynir gemisi yürümez'

12.. 'Gün ola harman ola' / 'Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir"

13.. 'İyilik yap denize at' / 'Merhametten maraz doğar"

14.. 'Yüzü güzel olanın huyu da güzel olur' / 'Yüzü güzel olanı değil huyu güzel olanı sev"

15.. 'Akıl akıldan üstündür' / 'Aklın yolu birdir"

16.. 'Zorla güzellik olmaz' / 'Zora dağlar dayanmaz"

17.. 'Öfke baldan tatlıdır' / 'Öfke ile kalkan zararla oturur"

18.. 'İnsan kıymetini insan bilir' / 'İnsanoğlu çiğ süt emmiş"

Yorumsuz XXXVIII

Ağustos 26, 2007

günün (s)özü 186

Sayısız güzellik doğar da her günde, birini sevmek için bir ömür yetmez.

Faruk Nafiz Çamlıbel

Ağustos 24, 2007

Kadınları Anlama Sözlüğü

Büyük Can Dedi Ki

Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken

Can Yücel

Pratik ve günlük İngilizce

Gereksiz Bilgiler I

– Deniz kobrası, dünyanın en zehirli yılanıdır.

– Filler zıplamayan tek memelilerdir.

– Yetişkin bir ayı, bir at kadar hızlı koşabilir.

– 2 bin 600 kurbağa cinsi vardır.

– Bir sineğin, saatteki hızı 8 km'dir.

– Yunuslar, gözleri açık uyurlar.

– Sümüklüböceklerin dört tane burnu vardır.

– Bir devekuşunun gözü beyninden büyüktür.

günün (s)özü 185

Sevgi bir garanti olmadan kendimize yüklenimde bulunmak; sevilen kişide, bizim sevgimizle sevgisinin oluşacağı umuduyla kendimizi tümüyle vermektir. Sevgi bir inanç eylemidir. Kimin biraz inancı varsa onun aynı zamanda biraz sevgisi de vardır.

Eric Fromm

7. Tespit

Ara Güler & Yaser Arafat


Ağustos 23, 2007

Baba, ben “reklamcı“ mıyım?

Diş ve/veya dişeti rahatsızlığı çekmeden, altı ayda ya da yılda bir dişlerinin periyodik bakımını yaptırmayıp günaşırı fön çektirmeye, ayda iki kez de dip boya için "coiffeure"ün yolunu tutan "reklamcı" bayanlar ve de metroseksüelliğin gereklerini bihakkın yerine getiren "peeling" müdavimi, solaryum abonesi "reklamcı" baylar!

Siz hiç ağrıyan dişinizin tedavisi için gittiğiniz "diş hekimi"ne kazara "dişçi" hitabını kullandığınızda, "dişçi"nizin yüzünün aldığı şekle dikkatlice baktınız mı? Hoşgörülü bir hekime rast geldiyseniz, size net bir tepki vermeyecektir; ama sapla samanın karıştırıldığı bir cehenneme dönen memleketimizdeki bu kavram kargaşasına dûçar olmuş, bundan bıkmış hassas bir bünyeye rast geldiyseniz, tepkisini dişlerini gıcırdatmadan nazikçe gösterecektir: "Hayır, dişçi değil; diş hekimi..."

"Reklam-cı" sözcüğüne getirilen yapım eki, "isimden isim yapan ek"tir. Bir ismin köküne veya gövdesine eklenerek yeni bir isim gövdesi oluşturan eklere bu ad verilir. Çay-cı, simit-çi, balon-cu, değnek-çi gibi...
Bereketli bir "geyik" malzemesidir, reklam sektöründe iştigal eden yazar-çizer takımının ürettiği işler neticesinde mesleki etiketlenme noktasındaki belirsizlik...

Bilindiği gibi hormonlu karpuz kabukları, çeşitli sebzenin ve de meyvenin, farklı ebattaki pet şişelerin ahenkle dans ettiği denizlerimize avdet eyledi.
Bu dönem, staj dönemidir de... İletişim fakültelerinin son sınıf talebeleri; sektörde parlayan, ses getiren işlere imza atan havalı mı havalı, afili, alafranga isimli "ecnebi" ajanslara staj yemeye akarlar kalpleri pır pır ederek...Hepsinin kalbi bedenlerine iki numara büyük gelir! Hele staja kabul edildikleri ajansa adım attıkları o ilk gün... Unutulmaz...Renkli çıktının yazıcıdan alınması ve işe müdahil olan “kreatif ekip”e söz konusu işin teker teker gösterilip onaylanmasını takiben, elli adet A4'ün arkalı önlü fotokopisinin alınmasıyla, bu sefer de beyinleri kafataslarına iki beden büyük gelecektir!

Yazdıkları ilk "metin"in, ilk "başlık"ın, ilk "senaryo"nun alkışlarla olmasa da, "vay hocam, hiç fena değil" cümlesine benzer takdir yelpazeleriyle karşılanıp serinlemek ister "copy writer" aday adaylarının fokur fokur kaynayan yüreği..."Sanat yönetmeni" aday adayları da akademik sağanak altında kalan beyinlerinin, ajans içindeki grafiksel dört mevsimin bir dakika içinde yaşanması karşısında şemsiyesini bir meyve kokteyli için kullanacağına hükmedebilir! Çok kısa sürede başka bir işe yaramadığını görmüştür çünkü!

Getir-götür olarak adlandırılan işlerin eline tutuşturulmasıyla da iş hayatının sert yumruğu, pembeleşmiş hayalleri un ufak etmeye yeter de artar bile... Oysa ki, getir-götür olarak adlandırılan en kıytırık iş bile ajans gerçeğini sindirmek, özümsemek, öğrenmek için çok hayati anlamlar taşır. Stajyerlerin verilen işin niteliğine aldırmadan, yüksünme kelimesini dağarcıklarından kazımaları, staj yaptıkları ajansta kadrolu olmalarının da önünü açabilir oysa.
Sahne tozu yutmak, olarak bilinen tiyatroculuk deyiminin, ajans tozu toprağı yemek, biçimine dönüşmesi ve bundan tat alınması, gelecek projelerinin temelini kişisel deprem yönetmeliklerine uygun hale getirebilir.

Zurna zırtlamak üzere!... Bu satırların yazarı "reklamcı" değildir. Çünkü o, "kreatif ekip" üyesi değildir. Bu "reklamcı" olmama hali "kreatif" ekipte olmayış kaynaklıdır, o kadar. Yoksa tabii ki "reklamcı"dır"!
"Reklam işinde çalışan" biridir. Bundan da çok mes'uddur. İrfan Külyutmaz (alias) gibi ben de, "mutluyum" terkibini pek sevemedim. Merhum Ref'i Cevad Ulunay'a bir radyo programında, "mutlu musunuz" sorusu tevcih edilince; "Hayır, İstanbulluyum." cevabını verdiğini nakleder İrfan Külyutmaz beyefendi. Hilmi Yavuz üstadımız da kendilerinden telezzüz ederler antr parantez... Reklamcı" olmadığım, "reklam işinde çalışan" biri olduğum için kısa, ekonomik yazmak gibi bir frenleme sistemim yok. Buraya kadar okuyanlar durumu anlamıştır zaten. Unutmadan, Hüseyin Zurna'yı bileniniz ise çoktur umarım! Çetin Altan üstadımız çok muhabbet etmiştir kendileriyle!

"Reklam işinde çalışan" ile "reklamcı" ayrımı noktasındaki ezberi bozmaya yönelik atılmış bir fiskedir bu yazı.
Çok sık yapmadığımız bir eylemi yapmaya çağrıdır da aynı zamanda: Analiz-sentez salıncağında fikir geliştirmek...
Redaktör kim midir? O bir, son ütücüdür! O bir, "text remayözcüsü"dür! O bir, kelime, cümle hafiyesidir!
Sorum şudur: Reklam sektörünün bu "sine qua non" neferlerinin kadri kıymeti ne kadar biliniyor; daha doğrusu biliniyor mu?
Redaktörlerin mâkus talihi "kreatif ekip"e direkt dahil ol(a)mayışlarıdır eşyaın tabiatı gereği. Onlar "görünmez"dir.
Redaktörler bir bakıma imaj danışmanıdır da… Simsiyah takım elbisenin altındaki gıcır gıcır bağcıklı ayakkabının içine bir çift beyaz çorap giymiş kişinin/markanın itibarı/imajı/konumu kaç paralıktır?
Redaktörler, kostüme uygun detayların düzenleyicisi, mütemmim cüz danışmanlarıdır. Özlü sözler sektörünün en çok bilinen “motto”suyla: Şeytan ayrıntıda gizlidir. Redaktör taifesi, bu şeytanı kulağından tutup ehlileştirmekte oldukça mahirdir; değilse olmalıdır.

Redaksiyon; düzeltme, son okuma, standart sağlama gibi merhalelerle iç içe geçer. İşin niteliğine ve niceliğine göre kapsamı daralır, genişler. Redaksiyon, anlam ve bilgi kontrolü/düzeltmesi alanlarının arasında durur.
Adam Smith'in ruhunu şad ede ede, "görünmez el" teorisine uzanır redaktör; ifade bozuklukları, anlam boşlukları, maddi hatalar, terminolojik tutarsızlıklar, standart dışı yazılışlar ve bağlaç ile edatın hâlâ ayırt edilememesi içinde...

Ajans çalışanlarının üst düzey yönetici/ler dışındaki “title” hiyerarşisi kabaca şöyledir: Art Direktör, Reklam/Metin Yazarı, Operatör. Mİ’yi ayırıyorum “kreatif” ekipten; o, başlı başına bir kategori çünkü. Redaktör ise tam anlamıyla “kamera arkası” pozisyonda. Kadının Adı Yok misali… Redaktörün Adı Yok, demekte sakınca yok!

Redaktörlüğün en berbat tarafı ise nankörlüğüdür. Yüzlerce “işi” düzeltip adam edersin, yerlerde sürünen cümlelerin tutarsın elinden ayağa kaldırırsın; ama ah o “göz tamamlaması” yok mu!...Krık satrıtlık inaldaki krık katrılık hamalılığmızı nsaıl da bir çırıpda sırıflıyor görüdnüz deiğl mi?
“Kızgın kumlardan serin sulara atlamak” gibidir farklı müşterilere farklı “dil konsepti” bakımdan hizmet sunmak. Geceler musibet ve belâyı örter, dese de Mevlâna, bazı netâmeli “işler” olabilir her ajansta/kurumda.
İki satırlık metinde bile bir harf kaçar ötenize berinize… İşimiz gereği "başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol”mak ana ilkemizdir pek tabii.

Staj sezonu hasebiyle naçizane tavsiyelerim olacak: Memleketin vasatiyet cumhuriyeti havalarından bunalmış bir redaktör olarak, Fuzuli'yi tanımayan bir "metin yazarı"nın çok acil bu eksiğini kapaması gerekir. Tasavvuf kültürünün içyüzüne vakıf olabilmek metin yazımı esnasında akla hayale gelmedik “algı kapıları”nı aralayabilir.

Hayâli bilinsin demiyorum, Fuzuli yahu! Kişisel gelişim kitaplarının "romanesk" haline bürünmüş "yüreğinin sürüklediği yerden hoplat beni" tercüme eserleriyle hayatın kabuğunu çatlatamaz stajyer “copy writer”lar...
Barak Baba'yı, Novalis'i, Yahya Kemal’i Adorno'yu, Nerval'i, Turgut Uyar'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yutmayan bir zihnin maraton koşması mümkün olamaz.
Özellikle “reklam yazarları”nın dilimizin yazım kurallarını ıskalamadan, hassasiyetle kullanmalarının altını çizmek istiyorum.
Üşengeçlik, tembellik, rahatı bozmamak “trendy” olsa da, modalar gelip geçicidir, unutmamalı.
"Art" olmak isteyen stajyerlerin de, "aşk olmadan meşk olmaz" düsturuyla deneyimli "art"ların "art"istik hamle, dokunuş ve pratik içinde uzmanlık elde etmiş anlık kıvrak mouse darbelerini yalayıp yutmaları kaygan zeminlerde ayakta kalmalarını sağlayacaktır bir nebze.

“Absurd” hayatımıza bir tebessüm getirmesi umuduyla otobiyografik bir “redaktör” tanımıyla son veriyorum serbest düşüş yazıma. Buyrunuz: Hayata hafta içi sabah saat 06.00'da başlayan, çoğunlukla planlar yapamayıp, planlara uymak zorunda olan, "kreativite" ile reklamverenin "kıroatifliği" arasında denge sağlamaya çalışıp espaslarla paspas, üslûp ve kelime "redakte"lerinde de "yazar"larla papaz olan, baskı-prova nöbetlerini lahmacun-ayran-künefe üçlüsüyle eda eyleyen, peş peşe gelen revizyonlarla gözleri kan çanağına nazîre yapan, "acele oku!", "acele okur musun?" gibi sürrealist isteklere muhatap kalarak ilan-broşür-föy-kılavuz-etiketler-bilançolar içinde "atlamışım" kurbanı olmaya müsait, doksan dakika içindeki kurtarışlarının göz ardı edilip, "uzatmalarda" yediği golün hesabı sorulan, kadri kıymeti kampanya zamanlarında anlaşılan ve dahi varlığı ve de yaptığı işin boyutları “görülmeyen”, bir harf eksiğini/fazlasını fark edememesinin grubu ve dolayısıyla ajansı nasıl şapa oturtacağının farkında olunan, ayaklı İmla Kılavuzu muamelesine mâruz kalıp bağımsız federe halde ve kendi halinde bilumum kılavuzlar-sözlükler-kitaplar arasında yaşayıp giden, zaman zaman da marka temsilcileri tarafından muhtelif bisküvi, çikolata ve kuruyemişle ödüllendirilen, potansiyel disleksik ve aerobik solunum yapan yalnızlığın yasadışı örgüt lideri.”

Beyazdan daha beyaz yıkadığı, hatta, süper, ultra beyaz ötesi (!) yıkadığı iddiasıyla hipermarket raflarına konumlandırılan deterjanı, tüketici Ayşe Hanım'a aldırmaya çalışan "yazar"ın ekonomik ve "al"benili "text" yazabilme cenderesinde yaşadığı bunalımı yaşamadığım anlaşılmıştır sanırım!
Nankör yazmıştım ya… Farsça nan, “ekmek”; “kur” da kör… Nankur; yani, kör ekmek… Emeklerimiz körelmesin, redaktörler ekmek de yiyebilsinler!


Adnan Algın

Kaynak: Marketing Türkiye

Masal Kitabı

Adamın biri kitapçıya gider ve tezgahtara:
- Evin reisi erkektir adlı kitap var mı? diye sorar.

Tezgahtar cevap verir:
- Maalesef beyefendi masal kitabı satmıyoruz...

Yorumsuz XXXVII

Ölüm

I

Dünyaya birçok kez gelmişim
Yok olmuş yıldızların dibinden
Ellerimde tuttuğum
Ölümsüzlük bağlarını dokuyarak
Şimdi öleceğim yeniden
Vücudumu örten toprağa sarınarak!

II

Ne papazların sattığı
Gökyüzünden bir parça aldım.
Ne de tembel zenginler için
Metafizikçilerin,
Düzüp koştuğu, karanlıklardan.

III

Ölüm içinde yoksullarla bir olmak istiyorum
Göğü elinde tutanların kamçıladığı
İnceleme yeteneği olmayanlarla!
Şimdiyse ölüme hazırım
Beni saran bir elbise gibi
Sevdiğim renkten
Boyu bosuma tıpatıp; uygun
Ve benim için gerekli olan
Beni saran bir elbise gibi!


Pablo Neruda

günün [s]özü 184

Eğer bir fikre daldıysanız, her yerde yansımalarını görürsünüz, hatta kokusunu alırsınız.

Thomas Mann

Ağustos 22, 2007

DOUBLEtruckMagazine





Ay


Binlerce yıldır şairlerin, mistiklerin ve tanrıçaya tapanların malzemesi olmuştur. Ufak bir gümüş diliminden, şişman hasat ay'ına; oradan uçsuz ve zengin karanlığa göklerimizde yaptığı yolculuk, doğrusal dünyamızdaki döngüsel bir sırdır ki insanlar ay'ı hep izlemiş ve gözlemişlerdir. O, kutsallığı, gizemli dişiyi, kadının kendi düzeni ile olan ilişkisini; değişken, akışkan ve alışılmadık olan her şeyi simgeler.

Ay'ın esrarı, şüphesiz tüm uygarlıklarda çözülmeye çalışılmış ve farklı inanışları ortaya koymuştur. Kutsal Hint metinlerinde ruhların ölümden sonra ay'a döndüğü yazılmıştır. Aynı iddia daha sonraları Ortik mezhepleri tarafından da söylenmiştir. Perslerde kendisine, "sevgisi her şeyin icine işleyen"; Sioukslarda ise "hiç ölmeyen yaşlı kadın: Metra" denmiştir.

Dönemlerin en çok kabul gören ortak fikri ise: O, şekil değiştirici, baş döndüren, aldatıcı ve çekici etkisiyle cazibenin kraliçesi ve ruhların cennetidir.


Teşekkürler wicca...

Kaynak: ekşisözlük

Smirnoff II




Gülümse


Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. Gülümsemene kimin ne zaman aşık olacağını bilemezsin.

Gabriel Garcia Marquez

Bremen Mızıkacıları

günün [s]özü 183

Alışkanlık anahtarı kaybolmuş bir kelepçedir.

Amos Parrish

Balkon



Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde

İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü

Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da

Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların.

Sezai Karakoç

Ağustos 21, 2007

Smirnoff I




günün [s]özü 182

Yazmak kolay. Bütün yapacağınız, beyninizden kan damlayıncaya kadar boş bir kağıda bakmaktan ibaret.

Gene Fowler

Yorumsuz XXXVI

Villamın Duvarına Reklam mı Alsam (!)

Joseph Campbell, bir söyleşisinde şöyle der: “Bir toplum hakkındaki bilgilendirmeyi, o toplumun en yüksek binasının ne olduğuyla anlayabilirsiniz. Bir ortaçağ kasabasına yaklaştığınızda, o kasabanın en yüksek binasının katedral olduğunu, bir 18. yüzyıl kasabasına yaklaştığınızda, o yerin en yüksek binasının siyasi merci olduğunu ve modern bir şehre yaklaştığınızda ise o yerin en yüksek binasının ofis binaları, yani ekonomik yaşamın merkezi olan binalar olduğunu görürsünüz.”

Bu, doğru bir tespittir. Bizde de camilerin minare yükseklikleri ile övünülür. Peki, bunun nedeni nedir? İnsanlar, büyük gördükleri şeye saygı mı duyuyorlar? Gökyüzüne doğru uzanan büyük kütleler, insanoğluna evrendeki küçüklüğünü hatırlatıp boyun eğmesini mi sağlıyor? Yani, bir otorite sembolü mü bütün bunlar? Bir şehirde ilk algılanan, en yüksek binalardır. Ne kadar yüksek ve iri olursa, o kadar uzaktan algılanabilme şansına sahiptir. İkiz Kuleler’in hedef seçilmesindeki amaç, böyle bir simgenin yıkılmasıyla otorite boşluğu ve güvensizlik hisleri yaratmaktı. Başarılı da oldular. Çoğumuzun belleğinde kalan görüntüler, orada hayatını kaybeden insan görüntülerinden ziyade binaların çöküşüydü.

Son dönemlerde ülkemizde yapılan başarılı açıkhava reklam çalışmalarında da Joseph Campbell’in söylediği prensip işlemekte. “Büyük markalar, büyük açıkhava çalışmaları yapar.”

Açıkhava reklamcılığı ile ilk tanışmamız, duvar afişleri ile oldu: Boş bulduğun duvara afişini yapıştır. Sonra, bu uygulama, belediyenin afişleme çalışmaları için özel alanlar ayırıp buraları ücret karşılığında kullanıma açması şeklinde devam etti. İlk başlarda ilgi çekici çalışmalar olarak görülen billboardlar, daha sonra işin iyice abartılıp boş bulunan her noktaya billboard dikilmesi ile etkinliğini kaybetti. Bunun sonucunda, reklamveren, etkiyi artırmak için, yan yana beş on billboard kiralamak zorunda kaldı. Sonra, buna da alışıldı. Daha farklı panolar kullanılmaya başlandı. Bunlara pizza, totem gibi isimler verildi. Amaç, farklı boyutlarla ilgi çekebilmekti. Zaman geldi; pizzalara da totemlere de alıştık. Olan, şehrin boş alanlarına oldu. İhtiyacımız olan boşluklar, çeşitli reklam panolarıyla dolduruldu. Zaman zaman, bu panolar azaltıldı; yönetimler değişti; farklı firmalar tarafından tekrar koyuldu.

İlk başlarda hesaplı fiyatıyla alternatif bir mecra olan billboardlar, günümüzde çok sayıda kullanılmadıkça, tüketicinin ilgisini çekmemekte. Aslında bu bir kısır döngü. Reklam alanlarını ne kadar artırırsanız, etkiyi o kadar kaybediyorsunuz. Hesaplı fiyatıyla kullanmayı düşündüğünüz billboard seçeneğinde, etkiyi sağlamak için çok sayıda kiralamak zorunda kalıyorsunuz. O zaman da hesaplı olma özelliği kayboluyor. Öyleyse, neden her tarafa billboard dikiyoruz? Bunun yerine, daha az sayıda billboard alanı ayırıp fiyatını da bu sayıya göre ayarlasak, daha iyi olmaz mı? Hiç olmazsa, şehri biraz olsun kurtarmış olmaz mıyız?

Yetmişli yıllarda, Amerikan filmlerinde ışıl ışıl reklam panolarını gördüğümüzde, bunu modernleşmenin bir ölçüsü zannederdik. Ama zaman gösterdi ki bu, modernleşme gibi görünse de insan psikolojisinde olumsuz etkiler yaratan bir durum. Çünkü, gün içinde istemediği halde binlerce reklam mesajına maruz kalan insanlarda, tedavi edilmesi gereken hastalıklar ortaya çıkıyor. Artık, alışveriş düşkünlüğü bile bir hastalık olarak görülmekte. Hatırlıyorum; Özal döneminde, Türkiye’nin modernleşmesi, tükettiği tuvalet kağıdı miktarı ile bile ölçülmeye kalkışılmıştı. Bu tür incelemeler, kimlerin işine yaradı dersiniz?

Günümüzde, Campbell’in bahsettiği yüksek binaların yerini, dev ilan panoları almış durumda. Çünkü artık, şirketlerden ziyade markalar revaçta. Şu anda doğru kabul edilen trend, yerleşmiş marka olabilmek. Ama, adı üstünde, trenddir; gelir geçer.

Anlamadığım birşey var; adam, binasının bir yüzünü, özellikle de yola bakan taraf oluyor, belli bir ücret karşılığı kiralayıp reklam alıyor. Bu bina, bir mimar tarafından yapılmıştır. Mimar, o binaya kişilik kazandırmak için kafa patlatmıştır ve bu, sonradan bir reklam panosu ile yok ediliyor ve bina sahibi bundan bir rahatsızlık duymuyor. Yahu, bu binaya sahip olabilmek için dünyanın parasını ödemedin mi? Bu biraz, baz istasyonlarında yaşadığımız duruma benziyor. Uzmanların, sağlığa zararlıdır diye bas bas bağırmalarına karşın, insanlar oturdukları evlere üç beş bin dolar karşılığı baz istasyonları taktırdılar. Bu rakam, sağlığın karşılığı olabilir mi? Gereğinden fazla kullanılan reklam panoları da bence insanın ruhsal durumunda tahribat yapmakta. Ruhsal sağlığımızı küçümsememeliyiz; yeri geldiğinde, en önemli varlığımız. Dengesi bir bozuldu mu, hem kendimize, hem de çevremize hayatı zindan edebiliriz.

Peki, benim önerim ne? “Outdoor” faaliyetlerinden tamamen vaz mı geçmek? Tabii ki hayır. Bu, ekonominin çarklarının dönmesine yardımcı olan bir etken. Elbette reklam yapılacak; insanlar, ürünlerini tanıtmaya ve satmaya çalışacaklar. Ama bunun ölçüsünü ayarlamak lazım. Reklam pahalı bir iştir. Yapmaya karar verdiğinizde, para harcamak durumundasınız. Hem para harcamayalım, hem de reklam yapalım derseniz, olmaz. Reklamverenin bunu iyice anlaması, reklam sektörünün de her bütçeye reklam yapılır mantığını değiştirmesi lazım. Billboard fiyatları artsın; ama, sayıları da azalsın. Şehre yer açılsın. Gözümüz dinlensin. Biraz kendi halimizde kalalım; yönlendirilmeyelim. “Sen özgürsün” gazını verip bizleri standartlaştırmayın. Veya özgür olduğumu iddia etmeyin.

Bence outdoor kullanımında özellikle dikkat edilmesi gereken unsur, yaratıcılık. Outdoor’un fikri ayrı olmalı. Kullanılacağı alanla bütünleşecek, kendi içinde bir espri barındıran çalışmalar, insanların hoşuna gidecek; insanlar bundan haz alacaklardır. Bu haz da onlar için fayda anlamına gelir.

Diğer türlüsü, her yanı reklam panolarıyla donatalım; peki, sonrası ne? Şehri katletmekten başka birşey değil. Reklamveren, bu panoların kirasını ödemeye çalışıyor; ama her taraf böylesine reklam kirliliğine bulanmışken, bundan ne kadar fayda sağlıyor? Binlerce reklam panosu arasından onunkinin ön plana çıkması ne kadar olası? Tamam, çok farklı bir tasarımla ilgi çekilebilir; ama şunu da biliyoruz ki çok farklı tasarımlar ender çıkmaktadır. Zaten bu yüzden farklı olmaktalar.

Benim outdoor çalışmalarındaki önerim şu: Yaratıcı fikirler bulun ve bu, sokaktaki insanın hoşuna gitsin. Böylece, bilinçaltlarında “Kullanılıyorum” duygusu yaşamasınlar. “Yaratıcı fikirler bulmak, zaman ister; emek ister; bize ödenen fiyatlara bu yapılmaz” diyorsanız da yapmayın. Bırakın, o alan boş kalsın.


Abdürrahim Sönmez

Ağustos 20, 2007

Murat 124 efsanesi



Sevdaya Mı Tutuldum?

Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım.
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?

Orhan Veli Kanık

günün [s]özü 181

Hırs içinde yaşarsanız etrafınız da hırs dolar.

Ağustos 17, 2007

Galatasaray İletişim

Tecelli

Nedir bu benim çilem!
Hesap bilmem
Muhasebede memurum.
En sevdiğim yemek imambayıldı
Dokunur.
Bir kız tanırım çilli
Ben onu severim
O beni sevmez

Oktay Rıfat Horozcu

6. Tespit

Sagopa Kajmer & Ümit Özat


günün [s]özü 180

Başarabiliyorlar, çünkü başarabileceklerini düşünüyorlar.

Virgil

Tavşan

Çok sık cinsel ilişkiye girdikleri için,
playboy'a amblem olmuş hayvan türüdür.


Engin Gürkey Ensemble

Yansımalar ve İncesaz gruplarından tanıdığımız, müzik eğitmeni, besteci ve multi percussionist Engin Gürkey, 2005 yılının sonunda yayınlamış olduğu “World of Percussion” adlı albümünden sonra ikinci albüm çalışması “Güldede” ile karşımızda.

80’li yılların başlarında perküsyon dışındaki diğer enstrümanı piyano ile besteci kimliğini olgunlaştıran Gürkey, etkilendiği olayların bir özeti olan bu albümü sundu: perküsyon çalarak eşlik ettiği sözsüz şarkıları…

Kalan Plak etiketi ile yayınlanan albüm, sanatçının akustik yapıda, Modern Türk müziğine dair, özellikle melodik yapısı ney, ud ve keman gibi enstrümanların bir arada seslendirilmesi ile hazırlanan beste ve düzenlemeleri ile dikkatleri çekiyor.



Engin Gürkey bu albümüne dair 2006 yılından itibaren başlattığı sahne çalışmalarını “Engin Gürkey Ensemble” adı ile ile yurtiçi ve yurtdışı konserleri ile sürdürmektedir.

Engin Gürkey - perküsyon
Turay Dinleyen - ud, keman
Ali Tüfekçi - ney
Yiğit Özatalay - piyano
Özgür Salıcı - kontrabas
Türker Çolak - darbuka
Emre Karabulut - def

Ağustos 16, 2007

Sürpriz

Temel ile Dursun, bir gün sinemaya giderler. Filmde bir at yarışı sahnesi vardır. Temel Dursun’a sorar:
- İddiaya var misun; ben diyrum pirinci at kazanur.
- Oldi; ben da ikinci ata oynayrum.
İddiayı Temel kazanır ve Temel, Dursun’un 5 milyonunu alır. Ertesi gün, Temel Dursun’u arar:
- Dünkü film faridiya; ben oni bidaa seyretmistum; vicdanum rahat etmedi; onun içun aradum.
- Ben da seyrettum.
- O zaman niye ikinci ata oynadun?
- Supriz oynadum, olum!

günün [s]özü 179

Hiç kimse sizin izniniz olmadan kendinizi değersiz hissettiremez.

Eleanor Roosevelt

Yorumsuz XXXV

Arkadaş

Orta Asya'da savaşın ok ve yay ile yapıldığı dönemlerde, Türk savaşçılar, arkalarından gelebilecek bir saldırıyı önlemek için, sırtlarını önceden bu amaçla hazırlanmış bir ‘taş'a dayarlardı. Bu taş, "arka–taş" veya Azerbaycan'daki telaffuzuyla "arka–daş" olarak adlandırıldı. "Dostluk" kavramının, zaman içinde, insanın arkasını yaslayabileceği ve kendisini olabilecek kötülüklerden koruyacağı fikriyle özdeşleştirilmesi sonucu, "arkadaş" kelimesi "dost" anlamında Türkçedeki yerini buldu.

Ağustos 15, 2007

günün (s)özü 178

Görüşler, görünüşe akseder.

Akif Cemil

Marka nedir?


Marka bir satıcı veye satıcılar grubunun pazara sürdüğü mal veya hizmetleri tanımlamaya ve rakiplerinden ayırıp farklılaştırmaya yarayan bir isim, sözcük, sembol, tasarım, işaret, şekil, renk, koku veya bunların çeşitli bileşimleridir.
 
Clicky Web Analytics