Nisan 27, 2009

Başka Semtin Çocukları

Bir mahalle... Kuşaklar boyu en güzel kızlarının en hüzünlü kadınlara dönüştüğü...
Bir mahalle... Bıçkın delikanlısının kanlı canlı “Zirve” tırmanışı...
Bir mahalle... Dağları aştıran bir aşkın faşist itirafları...
Motorunda çiçek açan bir arabanın arka koltuğunda yeşeren bir “ilk aşk”ın mezhep ayrılıkları...
Bir adam... Yıllar önce geride bıraktığı tüm güzellikleri yok etmeye mahkûm... Ve bu güzelliklere vurgun...
Bir kadın... Yapayalnız.
Bir ağabey... Şaşkın.
Bir çocuk... Kurban.
Kuşlar... Sahipsiz kalmış.

Gazi Mahallesi çoğumuzun ana haber bültenlerindeki amansız çatışma görüntüleri eşliğinde “başka bir semt” olarak meşrulaştırdığımız meşhur bir istila alanı. Gazi Mahallesi barındırdığı farklılıklarla bir bütün, karakteri olan bir semt. Şehrin varoşlarından da farklı bir varoş. Ve varlığını filmin her karesinde hissettiren güçlü bir coğrafya. Gençleriyse öfkeli ve çaresiz. “Gelecek” zamanda kurdukları cümleler çoğumuza ancak filmlerde ya da tekinsiz zihinlerde gerçekleşebilecek türden gelirken bu cümleleri amaç edinmeleri var olmalarının başka yolu olmamasından. “Ezilen”in daima kendi çözümünü üretmesi Gazi Mahallesi’nde şiddeti en dolaysız ifade biçimi, gündelik hayatın bir parçası haline getiriyor. Kendi içindeki kutuplarında “ahlak” bazen kurtuluşa giden yolda kazanma hırsının kurbanı; bazense her şeye rağmen kişinin kendi yüreğine yasladığı bir hançer olabiliyor. En çok da birbirlerini harcıyorlar, en acımasız şekillerde, çaresizliklerindeki aynılıklara öfkeyle...

Aydın Bulut ve arkadaşları yukarıdaki mahalleliyi sağlam bir olay örgüsüne ilmik ilmik bağlayarak, derinlikli ve bir o kadar basit bir yapı ortaya koymuş. Tıpkı bir gecede dikilen duvarlardan sızan ter kokusu gibi rahatsız edici ama anlamlı.


Çöpten çıkan bir ceset mahallenin her tür usulsüzlüğü kendi usulüyle halletme alışkanlığını tetikler. Baba vaktinden önce ölen küçük oğlunun cenazesinde vaktinden önce askerden dönen diğer oğlunun vuslatını yaşar. Uykularını bölen komandoluk anılarına şimdi günlerini karartan bir kardeş katili eklenmiş ağabey Semih, yitirdiği gerçekliğin arayışındadır. Ve bu arayıştaki en yakın takipçisi ise katilin kendisi olacaktır. Semih için kimin düşman kimin dost olduğunun bilinmediği mevzilerde sırf karşındaki üniforma “düşman” diye kendini açık eden ama tetiğe her dokunuşunda da kafana “acaba”lardan bir demet güdümlü insaniyet salıveren askerlik günleri artık yerini aynı üniformaları giyen düşmanlarla dolu bir sivil yaşama bırakmıştır. Gerçekliği aramak yerine inanmayı seçenler içinse körü körüne inandıkları diğer her şey gibi sivil hayatta da komando olarak kalmak ve savaşmak vardır. Gürdal da böyle karakterlerden biridir. Saplantısı kadar oyunculuğu da güçlü bir karakter olarak karşımızda: Gül’e olan aşkıyla bu sefer biraz ürkütücü bir bülbül olarak... İnsana aşılamayacak olanı aşmak için ilahi gücü veren bir aşk bile öfke ve gözü karalığın ellerinde lanetli bir volkan gibi patlayarak çevresini tozlara, küllere dönüştürür. İnsana asıl olanın arzunun kendisi mi yoksa arzunun yöneldiği nesne mi olduğu sorusunu yeniden yeniden düşündürür. Kazanmak mı kaybetmek mi, sahip olmak mı özgür bırakmak mı, tutunduğun gerçeklik mi yoksa gerçekte var olan mı? Ne kadarına dayanabilir insan? En zoru kendine dürüst olmak mı?

Filmin bir diğer ucunda ise bambaşka bir aşk hikâyesi durur. Bu sefer rengi sararmış danteller gibi asla sözcüklere dökülmemiş ama her şeyin üstünü adeta orada hiç olmamışçasına örtmüş ve varlığından hiçbir zaman şüphe edilmemiş bir aşk hüsranı... Geçmiş zamanda kalmış ve miş’li geçmiş zamanla mahallelinin diline dolanmış bir kaybediş hikâyesi. Bir kadının beklerken tüm gençliğini ve onurunu kaybedişi. Yıllar öncedir. İlk gençlik aşkıdır. Mahallenin en güzel kızıdır. Delikanlı çok âşıktır ama –muhtemelen- kızın babası izin vermez ve kavuşamazlar. Çocuk: “Bekle” der. Fransa’ya gidip, para biriktirip ya kızı da yanına alacak ya geri dönüp evlenecektir onunla. Yıllar geçer. Kızın babası ölür. Annesi de ölür. Kız bıçkın bir mahalle delikanlısı olan pek de haz etmediği “adam olmaz” türden kardeşiyle bir başına kalır ama beklemeye devam eder. Artık beklediğini bile bilmez ama beklemekten başka bir bildiği kalmamıştır. Ve yıllar sonra adam mahalleye döner...


Tıpkı insanların tekrar eden kaderleri gibi film de bu tür yan hikâyelerle izleyiciyi şaşırtır. Çünkü tam da tüm bu hikâyelerin merkezindeki kurbanımız Veysel mahallenin en güzel kızına âşıktır. Fakat Alevi-Sünni çatışması sebebiyle aileler bu aşka rıza göstermez. Hatta karşılıklı şiddetli olaylar yaşanır. İki âşık: Aile baskısıyla sinmiş, kırılgan ve gerçekçi bir kız ile idealist ama bir o kadar da çaresiz bir çocuk... Çocuk Amerika’ya gidecektir. Para biriktirecek, kızı da alıp kaçıracaktır oraya. Ufacık bir mahalle için kulağa fazla tanıdık gelen bu hayaller de aslında tam ufacık mahallelerin bir nevi zorunlu kaçış planları değil midir? Tüm bunları gençliğinde yaşamış olan adamımız çocuğa dışarıdaki yaşamın zor olduğunu, “adamın g.tüne bıçağı dayadıklarını” anlatır. Çocuğa kalmasını öğütler. O diyalogda adamın henüz geçmişini bilmeyen izleyici garip bir ısrar hisseder adamın sözlerinin tonunda ve gözlerinde. Sanki adam basit bir “abi tavsiyesi” vermiyordur da çocuğun henüz bilmediği ama aslında hayatının en önemli dersini paylaşıyordur çocukla. Nitekim çocuğun cesedi çöpten çıktığında bu dersin de pek önemi kalmayacaktır nasılsa. Mahallenin en güzel kızı Saadet ömür boyu mutsuzluğa mahkûm edilmiştir her halükarda. Tıpkı adamın yıllar önce yurtdışına kaçarken can’ını yeğlediği Canan’ı gibi...

Peki, bir insan nasıl katil olur? Ve bu filmde katil kimdir? Tıpkı Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanındaki gibi ortada masum bir adamın katledilişi vardır ve hikâye o ölümle başlar ama öyle sağlam yan hikâyelerle dallanır budaklanır ki artık açılması gereken sır perdesi ikincil öneme sahipken hikâyelerle gün ışığına çıkması beklenen yaşamlar insanı içine çeker. Durum böyle olunca da katilin kim olduğundan çok kimin katil olduğu üzerine biraz düşünmek mecburiyettir. Sinemada, edebiyatta daima -hiç olmayacak durumlarda bile- bir yerden fırlayıp yardıma koşan, çevresindekilerin hayatlarını belki de defalarca kurtaran “kahramanlar”ın ve diğer tarafta “katiller”in yaşamlarına bakın. Çok fazla ortak özellik göreceksiniz. Olmak ya da olmamak. Belki de budur tüm mesele...

Nihan Şimşek
 
Clicky Web Analytics