365 gün 365 yazar parolasıyla yola çıkan Her Gün Biri: Çok yazarlı blog fikrini ilk duyduğumda heyecanlanmıştım. Hemen kendime bir gün seçip o günün gelmesini bekledim. 15 Mayıs 2009 günü yayınlanan Şehirlerarası Yolculuk başlıklı yazımı paylaşmak istedim.
Şehirlerarası yolculuklarda tanıdım hayatı, hayatın tanıklarını...
Düşüncelerimi biriktirdim yollar boyunca, yolları saydım kilometrelerce… Başımı yasladım ay ışığına, gözlerimi diktim karanlığa, içimi boşalttım sahipsiz mecralara... Fosforlu saatten öğrendim zamanı, bazen susuzluğumu dinledim bazen de açlığımı sakladım kendimden… En önemlisi; hayatın tanıklarını dinledim saatlerce, kulak verdim umut kokan hikayelerine...
Bir güney yolculuğunda tanıdım mesela Orhan Abi’yi... Antalya’ da bir tiyatroda suflörlük yapıyormuş. ‘İşletmeyi bitirdim, işsiz gezdim bir süre ve en sonunda bu işi buldum’ diyor kederli gözleri. Kader bu ya, tam da tercih dönemimde rastlıyorum Orhan Abi’ye...‘Yazma işletmeyi; aç kalırsın benim gibi.’ diyor; fakat dinlemiyorum onu, yeni yeni hatırlıyorum sözlerini...
Kayseri’ye giderken orta yaşlı, yolun yarısını neredeyse devirmiş, şişman suratlı, gözlüklü bir beyefendiyi dinliyorum bu defa... Ankara’da bir otelde resepsiyon müdürü olduğunu söylüyor ve başlıyor hikayesini anlatmaya: Kız almaya gidiyormuş Kayseri’ye. ‘Aman ben geç kaldım, sen kalma haa!’ diyor. ‘Acele et bak; yoksa evde kalırsın.’ Sonra ekliyor; ‘Bak kafamda saç kalmadı, daha yeni damat olacağız. Üniversitede okurken hemen evlen, sonra gül gibi geçinirsiniz’ diyor şaka yollu. ‘Aman abi, dur daha genciz, güzeliz; yakma bizi en güzel çağımızda’ diyorum mütemadiyen. Muhabbet uzuyor çeşitli anılarla, uykuya dalıyoruz bir süre sonra...
Asker Salih’i unutuyordum az kalsın. Memlekete dönerken tanışıyoruz, her hafta gittiğimiz pazarda ayakkabı satıyormuş. Pek de hızlı konuşuyor, anlamakta zorluk çekiyorum. Arada bir başımı sallayıp onaylıyorum, bazen de kendisi tekrarlıyor. Bir soru sorsa tıkanıp kalacağımın farkındayım. Neyse ki hep o anlatıyor, ben de oyun oynar gibi Salih’i çözmeye çalışıyorum. Askerlik günlerinden, komutanlarından, Edirne halkından bahsediyor sürekli. Yaşını sorduğumda aynı yaşta olduğumuzu anlıyorum ve bulutları seyrederken Salih’in yerine kendimi koyuyorum. O dakikadan sonra asker oluyorum, başlıyorum hâyâl kurmaya...
Bu kez de irice bir amcanın yanındayım, özel şoförmüş kendisi. Veryansın ediyor otobüsün şoförüne sürekli... ‘Ya bas biraz, ne kadar yavaş gidiyor bu adam’ diye söyleniyor ya, ne fayda! Bir ben duyuyorum amcamızın sesini. ‘Takometre var araçta’ deyince; ‘benim Chevrolet olacaktı ki şimdi, en az 250 ile uçuyorduk’ diye yapıştırıyor cevabı. Durum anlaşılıyor ve hız tutkunu amcanın yanında susmaya karar veriyorum...
Sonunda kendimle baş başa kalıyorum. Loş bir ışık aydınlatıyor yüzümü, kısıyorum gözlerimi ve benliğimle dans ediyorum. İç hesaplaşmamın ardından gözüm fosforlu saate takılıyor yeniden, geçmiyor zaman... Sınırlı ve zorunlu yolculukta molayı bekliyorum çaresizce. Gözlerimi uykudan saklarken ayın parlaklığı vuruyor yüzüme. Uzunlarını yakan araçlar sıralanıyor yolda. Muavin geçiyor arada bir, görevini yapma telaşı var suratında, gözleri kan çanağı olmuş, saçları dağınık... Camda gölgeler, çevrede ağaçlar büyüyor sanki... Klimadan gelen yapay rüzgâr serinletiyor vücudumu, hafiften bir müzik yayılıyor kulaklara... Uyum içinde devam ediyor şehirlerarası yolculuk, devam ediyor hayat...
Derken hayatın tanıkları birer birer iniyor otobüsten, evlerinin yolunu tutuyorlar umutla. ‘Güle güle hayatlar!’ diyorum içimden... Güle güle...